• Dünya Sınırda Karbon Vergisi'ne Hazır mı?

    Sınırda Karbon Vergisi (SKV), karbon emisyonlarını azaltmak ve küresel rekabette eşit şartlar sağlamak amacıyla sınır ötesi ticarette uygulanan bir vergi türüdür. Peki dünya, SKV’ye ne kadar hazır?

  • Elektrikli Araçlar ve Sürdürülebilir Kalkınma

    Elektrikli araçlar, günümüzde sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşmada kritik bir rol oynuyor. İşte bu araçların neden önemli olma nedenleri:

  • Sürdürülebilir Hedefler ve Futbol

    Futbol, dünyanın en popüler sporlarından biri. Milyarlarca taraftarı var ve birçok ülkede yaşamın merkezinde yer alıyor. Ancak, futbolun sadece eğlence ve tutku olmadığını, aynı zamanda sürdürülebilir bir gelecek için önemli bir araç olabileceğini biliyor muydunuz?

  • Yapay Zekâ ve Sürdürülebilir Kalkınma

    Yapay zekâ, günümüzde hayatımızın birçok alanında devrim yaratırken, sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşmada da önemli bir rol üstleniyor. Yapay zekânın sunduğu devasa veri işleme ve analiz kapasitesi, optimizasyon ve tahmin yetenekleri, sürdürülebilirlik alanında çığır açıcı çözümler sunuyor.

  • Türkiye'nin Yeşil Finansman Haritası

    Yeşil finansman, ekonomik büyümeyi çevresel sürdürülebilirlikle birleştirmeyi amaçlayan bir finansman yaklaşımıdır. Türkiye, bu alanda önemli adımlar atarak yeşil ekonomiye geçişini hızlandırıyor.

Basında Biz

Kömüre Veda

Küresel çapta bir süredir fosil yakıtlara dayalı kaynaklardan yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişin temel alındığı yeşil dönüşüme tanıklık ediyoruz. İklim değişikliğinin en önemli sebeplerinden biri hiç şüphesiz sürdürülebilir olmayan şekilde tüketilen ve kullanılan fosil yakıtlar sebebiyle ortaya çıkan emisyonlardı. Yıllar içerisinde pek çok ülke kömür başta olmak üzere fosil yakıtlara gerek ihracatta gerekse de ithalatta olan bağımlılıklarını azaltmak veya kömür kullanımını tamamen ekonomik modellerinden çıkarmak için adımlar atmakta. Ancak bugüne kadar fosil yakıtlar hiçbir zaman kendine hem G7 hem G20 liderler bildirgesinde hem de Birleşmiş Milletler iklim zirveleri nihayetinde alınan kararlarda aynı anda yer bulamamıştı. 2021 yılı bu açıdan bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Peki kömür ve fosil yakıtların bu metinlerde ve kararlarda anılması ne anlama geliyor, işte buna yazımızda değineceğiz. Uluslararası platformlarda kömür tartışmalarıÇevre ve iklim tartışmaları 50 yıldır süregelmektedir. İklim değişikliği yalnızca belli bir kesim ülkenin değil, tüm gezegenin ortak problemi olduğu için de tartışmalar kapsamında tüm ülkelerin ortak bir paydada buluşabileceği çözümler aranmaktadır. İklim değişikliğinin giderek etkisini daha fazla hissettirmeye başlamasıyla son on yılda gelişmiş ülkelerin temsil edildiği uluslararası platformlarda verimsiz fosil yakıt teşviklerinin dışlanması gündemin önemli maddelerinden biri haline gelmiş durumdadır. Geçtiğimiz birkaç yıldır ise iklim krizinin acil eyleme geçilmesini gerekli kılması sebebiyle gelişmiş ülkeler gündemlerine en kirletici fosil yakıt olan kömüre yönelik yapılan yatırımların da dışlanmasını aldılar. Ek olarak 1,5oC hedefine ulaşılmasının günbegün zorlaştığının analitik çalışmalarla ortaya konulması, bu bağlamda hali hazırda ülkeler tarafından sunulan ulusal katkıların yetersiz oluşunun hesaplanması, gelişmiş ülkeleri daha fazla sorumluluk üstlenmeye doğru yönlendirmiş gözüküyor. Öte yandan yayımlanan güncel araştırmalarda gelişmiş ülkelerin bugüne kadarki iklim değişikliğinin %50’sinden sorumlu oldukları tespit edilmektedir. Dolayısıyla Paris Anlaşması’nda da yer aldığı gibi gelişmiş ülkelerin bu alanda liderlik üstlenmelerini beklemek olağan gözükmektedir. Bu kapsamda 2021 yılında kömür politikalarıyla ilgili ses getiren ilk beyan G7 Liderler Bildirgesinde ortaya çıkmıştı. Haziran ayında gerçekleşen zirve sonucunda duyurulan bildirgede G7 liderleri kömür kullanılarak elde edilen elektrik üretiminin sera gazı emisyonlarının en büyük sebebi olduğunu, azaltılmamış (unabated) kömüre yapılan uluslararası yatırımların en kısa sürede durdurulması gerektiğini kabul ederek azaltılmamış uluslararası termik termal kömür enerji üretimine yönelik yeni ve doğrudan sağlanan devlet desteklerinin sonlandırılmasına yönelik taahhütte bulunmuşlardı. Aynı bildiride ayrıca kömürle çalışan santralleri 2021 sonrası finanse etmeme sözü de veren liderler kömür kullanımına son verme konusunda ise tarih vermekten kaçınmışlardı. “Azaltılmamış” ifadesine kısaca değinmekte fayda var. Bu terime Uluslararası Enerji Ajansı tarafından bu yıl yayımlanan Net Sıfır Enerji raporunda ve G7 bakanlar ve liderler toplantılarının ardından yayımlanan bildirilerde yer verildi. Söz konusu ifade karbon yakalama ve depolama gibi CO2 emisyonlarını azaltan teknolojilerle azaltılamayan kömür kullanımını ifade etmektedir. İklim zirvesi öncesi dünyanın en büyük 20 ekonomisini bu sene Roma’da bir araya getiren G20 toplantısında ise paydaşların sayılarının artması, ekonomilerin çeşitlilik göstermesi, tartışmaların beklendiği üzere G7’de olduğundan daha zor bir şekilde neticelendirilmesine sebep olmuştu. Verimsiz fosil yakıt sübvansiyonlarının azaltılması bir süredir kendisine G20 bildirilerinde yer bulmaktaydı, ancak kömür özelinde benzer bir yaklaşıma rastlanmıyordu. Roma zirvesinin sonuç metnine göre G20 liderleri yurt dışında azaltılmamış kömürle elektrik üretimi için doğrudan kullandırılan yeni kamu desteklerini sona erdirmeyi ve bu alanda yapılan uluslararası yatırımların durdurulmasını kabul ettiler. Bildiride ayrıca kömür kullanılarak gerçekleştirilen elektrik üretiminin, sera gazı emisyonlarının en büyük sebebi olduğu vurgusu da yer aldı. Bu anlamda G7 ve G20 platformlarında fosil yakıtlar arasından kömürün artık kademeli bir şekilde de olsa terkedileceğine yönelik bugüne kadar ortaya konulmamış bir irade sergilenmiş oldu. G20 toplantısının hemen ardından liderler bu kez Glasgow’da pandemi dolayısıyla bir yıl gecikmeli olarak toplanan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) 26. Taraflar Konferansı (COP26) marjında bir araya geldiler. Bu kez kömür ile ilgili karar almak çok daha zordu. Zira nihai bir COP kararı için tüm ülkelerin ikna edilmesi gerekiyordu. Oturumun henüz başında Birleşik Krallık Başkanlığının da başını çektiği girişim ile aralarında Polonya, Şili ve Vietnam gibi önemli kömür tüketicilerini de barındıran 40’tan fazla ülke yeni kömürlü elektrik üretimine yönelik tüm yatırımları yurt içinde ve yurt dışında sona erdirme taahhüdünde bulundu. Ayrıca büyük ekonomiler için 2030 civarında ve daha fakir ülkeler için 2040 yılında kömür enerjisini aşamalı olarak durdurmayı kabul ettiler. Çin ve ABD gibi kömür söz konusu olunca öne çıkan figürlerden ikisi bu girişime katılmamayı tercih etmişti. Diğer taraftan müzakereler sürerken 10 Kasım tarihinde ABD ile Çin’in ortak bildirisi yayımlandı. Bildiride kömüre ilişkin olarak Çin tarafının 15’inci beş yıllık planı süresince kömür tüketimini kademeli olarak azaltacağı (phasedown) ve azaltılmamış kömür kaynaklı enerji üretimine verilen desteklere ilişkin her iki tarafın da vermiş olduğu taahhütlere bağlılığı hatırlatılıyordu. Müzakere masasına verilmek istenen mesaj çok açık olarak kömürün bir şekilde gelecekteki iklim rejimi altında istenmeyen fosil yakıt ilan edilmesiydi. Müzakereler de bu yönde ilerliyor ve azaltılmamış kömürün aşamalı olarak kaldırılması ifadesi metinlerde kendine yer buluyordu. Ancak Glasgow İklim Paktı’nın bu şekliyle onaylanmasına dakikalar kala Hindistan tarafından kömürün aşamalı olarak kaldırılması yerine aşamalı olarak azaltılması ifadesinin kullanılmasının talep edilmesi üzerine gelişmiş ülkelerden tepkiler yükselmişti. Yoğun istişareler sonucunda paktı kabul edebilmek ve uzlaşıyı sağlayabilmek uğruna Hindistan’ın dile getirdiği, Çin’in ise desteklediği bu talep kabul edilmişti. Tüm eleştirilere rağmen Glasgow İklim Paktı adını alan kararda “kömür enerjisinin aşamalı olarak azaltılması ve etkin olmayan fosil yakıt sübvansiyonlarının aşamalı olarak kaldırılması” ifadeleri yer alırken “verimsiz fosil sübvansiyonlarının kademeli olarak dışlanması” hususuna da değinildi. Glasgow’un ardından kömüre vedaKömür enerjisinin aşamalı olarak azaltılması ile verimsiz fosil yakıt sübvansiyonlarının kademeli olarak dışlanmasını içeren ifadelere daha önce hiçbir iklim müzakere metninde rastlamamıştık. İklim değişikliğiyle ilgili en üst düzeyde müzakerelerin yürütüldüğü böylesi bir platformda bu zamana kadar ülkelerin bu konuda iddialı adımlar atamamış olması aslında hala fosil yakıtlara yönelik politikaların hayatımızın bir yerinde olduğuna işaret etmekte. Buna karşın COP26 sonucunda ortaya çıkan karar ile 30 yıllık müzakere tarihinde istenilen seviyede olmasa bile fosil yakıtların dışlanması veya kaldırılmasına bir şekilde işaret edilmesi dahi uluslararası konjonktürdeki değişimi çok net şekilde bizlere göstermektedir. Peki tüm dünyayı ilgilendiren Glasgow İklim Paktı’nın kömür ile ilgili ne gibi bir etkisi olması bekleniyor? Yapılan araştırmalar Glasgow oturumundan önce yaklaşık 260 GW kapasiteye sahip olan 380 tesisin aşamalı olarak kapatılması planlarının tamamlanmış olduğuna, bu rakamın Glasgow’da verilen taahhütlerden sonra 550 GW kapasiteli 750 kömürle çalışan elektrik santraline yükseldiğini bizlere gösteriyor. Bunlara ek olarak 1420 GW değere sahip 1600 kömürle çalışan santralin, ülkelerin karbon nötr hedefleri kapsamına alındığını da

Devamını Oku

İstanbul Depremine Bütün Türkiye Yetişemez

1999’da Gölcük depreminden hemen sonra “deprem öldürmez, çürük bina öldürür” sözü hafızamıza kazınmıştı. O günden bu yana sadece TV’lerde uzmanların anlamsız tartışmalarıyla vakit geçirdik. Sonunda da bilimsel sohbetlerinden yorulduk, seyretmez olduk. Zira depremin ne zaman ve nerede olacağı vatandaşı ilgilendiriyordu. Bu da maalesef bilimsel olarak öngörülemiyordu. Dolayısıyla tek çare gelişmiş ülkelerde olduğu gibi yaşadığımız mekânları her türlü afete hazırlıklı hale getirmekti. Binalarımız olası bir depremin büyüklüğü ve şiddeti dikkate alınarak dizayn edilirse oluşabilecek kayıplar minimum olacaktır. Türkiye deprem bölgeleri haritası esas alındığında ülke topraklarının %96’sının farklı oranlarda deprem tehlikesine sahip bölgeler içerisinde yer aldığı ve nüfusunun % 98’inin bu bölgelerde yaşadığını görmek mümkündür. Yüzyıllardır yaşanan ağır depremler maalesef bize ders olmamış, sürekli gündemin değiştiği ülkemizde unutulmuştur. Depremlere karşı tedbir almakta ne kadar zayıf davrandıysak, deprem sonrası yardımlaşma ve kurtarmada o kadar büyük gayret sarf ettik, paralar harcadık. İstanbul’da 1903’te yaşanan 6,7 büyüklüğündeki depremde 4500 bina ya yıkılmış ya ağır hasar görmüş, 2000 kişi de hayatını kaybetmiştir. 1939’da Erzincan’da meydana gelen deprem 7,9 şiddetinde olmuş 117 bin bina yıkılmış, 33 bin vatandaşımız çürük binalar yüzünden can vermiştir. 1944’te Bolu Gerede’de yine 7 şiddetindeki depremde 4.600 kişi, 1975’de Diyarbakır, Lice’de 2385 kişi ve hepimizin daha dün gibi hatırladığımız 1999 yılında Kocaeli ve Düzce depremlerinde toplam 18.000 vatandaşımızı kaybettik. Yıllar geçti yine ders almadık. TEK ÇARE DÖNÜŞÜM 1903 yıkıcı İstanbul depreminin üzerinden 100 seneden fazla geçmiştir ve eğer depremin olma periyodu her yüz senede bir ise İstanbul’da her an yıkıcı bir deprem olma olasılığı çok fazladır. Ülkemizdeki 18 milyon konutun yaklaşık % 45’i olan 7 milyon konutun acilen yıkılıp yeniden yapılması gerekmektedir. İstanbul özelinde ise yaklaşık 3 milyon konut stokunun %40’ı ekonomik ömrünü doldurmuş, %27’sinin acilen yıkılması gerekmektedir. Demokrasiyle yönetilen ülkemizde, iktidar ve muhalefetin mevcut çürük yapı stokunu yenilemesi ve vatandaşını buna ikna etmesi hiç de kolay olmayacaktı ve olmadı da… Çünkü insanların en kutsal yeri oturdukları meskenleridir ve buraya dokunan oy alamaz. Demokrasilerde böyle bir riski almak her babayiğidin harcı değildir. Hükümetin başındakiler istese bile tabandaki parti yöneticileri tepkilerden korktukları için alınacak tedbirlere direnmeyi yeğlerler. “Hele bu seçim dönemi geçsin, sonra başlayalım” diyerek sürekli yukarılara baskı yaparlar. Şaşırtıcı bir şekilde 2011 yılında Van’da yaşanan ve 604 masum vatandaşımızın öldüğü depremden sonra bu ülkenin Başbakanı Sayın Erdoğan “Seçimi kaybetme pahasına da olsa hasarlı binaları yıkıp yeniden yapacağız” demiştir. Bu aslında kendi ve partisi adına büyük bir risktir. Başbakan’ın kararlılığı, geçtiğimiz 10 yıllık iktidarında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı kurması, TOKİ vasıtasıyla 500 bin yeni konut üretmesi ve afet kanunu çıkartmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu ülkede yaşayan herkes deprem gerçeğini aklından çıkartmadan kentsel dönüşüme destek vermeli, rant beklentilerinden uzak kendilerinin ve çocuklarının canını düşünmelidir. Özellikle İstanbul’da meydana gelecek şiddetli bir deprem, telafisi olmayan sonuçlar doğuracaktır. Yegâne çare, el birliğiyle İstanbul’daki binaları acilen dönüştürmektir. Kentsel dönüşüm yapılabilmesi için, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ve belediyelerin öncelikle kararlı duruş göstermesi, proaktif rol alması ve vatandaşı dönüşüme inandırması gerekmektedir. Sırf rant uğruna dönüşümün önüne taş koyanların devletin gücüyle ikna edilmesi gerekmektedir.                                                                                                             Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar

Devamını Oku

IPCC Azaltım Raporu: Sıfır emisyon hedefi için hidrojenin hayati rolü

Birleşmiş Milletler’de 193 hükümetin tamamı tarafından imzalanan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) İklim Değişikliği 2022: Azaltım Raporu’na göre, dünya net sıfır emisyona ulaşmayı hedefliyorsa, hidrojenin bu süreçte hayati bir rolü olacak. Dünyanın dört bir yanından 83 bilim insanı tarafından hazırlanan 2913 sayfalık muazzam belge esasen dünyanın karbondan nasıl arındırılabileceğine dair geniş bir yol haritası ortaya koyuyor.IPCC raporu dünyanın temiz hidrojeni nasıl kullanması gerektiğini, binalar, taşımacılık, ağır sanayi ve enerji depolama alanlarındaki rolünü ve ayrıca hidrojenin üretimi ve kullanımıyla ilgili olarak da dikkat edilmesi gereken önemli hususları açıklıyor. Bilindiği üzere, enerji sektörü için sera gazı azaltım seçeneklerinin yaygınlaştırılmasına yönelik çalışmalar, önümüzdeki on yıl ve 2030’un ötesi için daha da derin azaltımları hedefleyerek daha geniş tabanlı bir zeminde ilerlemeyi amaçlıyor. Bu bağlamda raporda elektrik üretimi de dahil olmak üzere emisyonları hızla azaltmak için uygun maliyetli alternatiflerin ve fırsatların varlığına dikkat çekiliyor. Ancak kısa vadeli sera gazı azaltım hedeflerinin küresel ısınmayı 1,5°C ya da 2°C ile sınırlama hususunda yeterli olmayacağı ve enerji sistemlerinden kaynaklı karbondioksit ve sera gazı emisyonlarının hızlı ve derin bir şekilde düşüş göstermemesi durumunda hedefe ulaşılamayacağı da öngörülüyor. Isınmanın 2°C veya 1.5°C ile sınırlandırılması önümüzdeki 30 yılda enerji sistemindeki önemli değişiklikleri de beraberinde getiriyor. Bu, azalan fosil yakıt tüketimini, düşük ve sıfır karbonlu enerji kaynaklarından artan üretimi ve elektrik kullanımının artışını ve hidrojen gibi alternatif enerji taşıyıcılarının da giderek artan kullanımını içeriyor. Dikkat çeken noktalardan biri de net sıfır enerji sistemlerinin küresel düzlemde ortak özellikler taşıyacağı, ancak her ülkedeki yaklaşımın ise ulusal şartlara bağlı olacağı yönünde. Net-sıfır enerji sistemlerinin ortak özelliklerini yedi temel noktada gruplayan rapora göre; net karbondioksit üretmeyen veya karbondioksiti atmosferden uzaklaştıran elektrik sistemleri, hafif hizmet taşımacılığı, ısıtma ve yemek pişirme alanları dahil olmak üzere son kullanımların yaygın olarak elektrifikasyonu, günümüze kıyasla önemli ölçüde daha düşük fosil yakıt kullanımı, elektrifikasyona daha az uygun sektörlerde hidrojen, biyoenerji ve amonyak gibi alternatif enerji taşıyıcılarının kullanımı, enerjinin bugüne göre daha verimli kullanımı,  bölgeler genelinde  ve enerji sisteminin bileşenleri kapsamında şebekeye daha fazla enerji sistemi entegrasyonu ve son olarak bioenerji ile karbon yakalama, depolama ve doğrudan hava ile karbon yakalama, depolama yöntemleri ile karbondioksit uzaklaştırma ve artık emisyonları dengeleme konularına ait alt başlıklar hem dünya genelinde hem de ülkelerin kendi yol haritaları çerçevesinde önem arz ediyor.Enerji taleplerinin ve enerji sektör emisyonlarının artmaya devam ettiğini vurgulayan IPCC raporu özellikle güneş, rüzgar ve bataryalar gibi enerji sistemlerinden kaynaklı emisyonları azaltmaya yönelik alternatif seçeneklerin maliyetlerinin düştüğüne de dikkat çekiyor. Hatta, toplumsal baskı sebebiyle de fosil yakıt kullanımının sınırlandırılması ve dünya çapında politikaların yenilenebilir enerji yönünde yeniden belirlenmesi, düşük faiz oranları ve azalan maliyetler sayesinde rüzgar ve güneş gücü kapasitelerinin artışta olduğunu da ekliyor. Bununla birlikte rapor, ağırlıklı olarak yenilenebilir enerji kaynaklarıyla çalışan elektrik sistemlerinin önümüzdeki yıllarda dünya genelinde giderek daha fazla baskın hale geleceğini ve bu durumun da tüm enerji sisteminin yenilenebilir enerji kaynaklarından tedarik edilmesi sürecini de beraberinde getireceğini ifade ediyor. Değişken doğaya sahip güneş enerjisi ve rüzgar enerjisinin şebeke sistemlerine hidrojen gibi farklı yöntemlerle entegre edilebileceğine dair hususlara sonuçlar arasında yer veren rapor bu konunun hem mevzuat hem de teknik anlamda iyi araştırılması gerektiğinin de altını çiziyor. Rapor hidrojen özelinde ise, dünyanın temiz hidrojeni nasıl kullanması gerektiğine ve hidrojenin elektrik üretimi, binalar, ulaştırma, ağır sanayi ve enerji depolama gibi alanlarda potansiyel rollerine değinirken temiz hidrojenin üretimi ve kullanımında karşılaşılabilecek bir takım muhtemel olumsuzluklara da ışık tutuyor.Gelecekte tüm sektörlerde hidrojen kullanımının aynı yoğunlukta olamayacağı, daha çok elektrik alanında tamamlayıcı bir enerji taşıyıcısı olarak oldukça avantajlı bir konuma geleceği ifade ediliyor. Hidrojen, mevsimsel veya üretim kapasitesi farklılıklarının üstesinden gelmek için farklı bölgeler arasında elektrik ticaretine imkan sağlayarak, kesikli yani sürekli olmayan yenilenebilir kaynakların şebekeye yüksek derecede aktarımını desteklemek için uzun vadeli elektrik depolanmasını mümkün kılabilir. Ayrıca, pik üretimi için doğal gaz yerine kullanılabilir, endüstriyel ihtiyaçlar için proses ısısı sağlayabilir veya demir cevherinin doğrudan indirgenmesi yoluyla metal sektöründe kullanılabilir. Temiz hidrojen çeşitli kimyasalların ve sentetik hidrokarbonların üretiminde hammadde olarak kullanılabilir. Tüm bunlara ilaveten, hidrojen bazlı yakıt hücreleri araçlara güç sağlayabilir. Batarya depolamadaki son gelişmeler elektrikli araçları hafif hizmet taşımacılığı (yani arabalar ve kamyonetler) için en çekici alternatif haline getiriyor. Bununla birlikte yakıt hücresi teknolojisi ağır hizmet taşımacılığı segmentlerinin (örneğin, kamyonlar, otobüsler, gemiler ve trenler) karbondan arındırılmasını tamamlayıcı unsur olarak destekleyebilir. Rapor, aynı zamanda sentetik yakıtlar gibi temiz hidrojenden elde edilen ürünlere muhtemelen denizcilik ve havacılığın karbondan arındırılması için ihtiyaç duyulacağını da ekliyor. BİNALARMevcut trend dünya genelinde bazı doğal gaz şirketlerinin, özellikle de dağıtıcıların, hidrojenin mevcut gaz şebekeleri etrafına pompalanabileceği ve böylece ısınmada da kullanılabileceği yönünde. Fakat IPCC bu ihtimal için doğal gaz şirketleri kadar heyecanlı değil. Rapor elektriğin ısınma ve yemek pişirme için giderek daha fazla kullanılması sebebiyle binalarda elektrifikasyonun baskın strateji olmasının beklendiğine vurgu yapıyor. Her ne kadar tamamen sıfır karbon olmasa da ısı pompalarının binalarda ve endüstride ısıtma ve soğutma için giderek daha fazla kullanılıyor olması elektriğe geçiş kolaylığı açısından hidrojenin binalarda şimdilik, en çok tercih edilen alternatif olmayacağını gösteriyor. Bu çerçevede ısıtma, soğutma ve diğer bina enerji talepleri için elektriği doğrudan kullanmak örneğin kazanlarda veya yakıt hücrelerinde yakıt olarak hidrojen kullanmaktan daha verimli olabilir. Rapor, mevcut altyapının, hidrojen altyapısına kıyasla birçok bölgede daha iyi gelişmiş olması durumunda ise odağı mevcut olanda tutmanın ve var olan ihtimallerin değerlendirilmesinin daha faydalı olabileceğini de ekliyor. Ancak, burda mevcut altyapının iyiliğinin doğru ve teknik yaklaşımlarla değerlendirilmesi gerektiğinin de altını çizmekte fayda var. Raporun ilerleyen kısımlarında gaz şebekelerini hidrojene dönüştürmek elektrik şebekelerine ek stres getirmeden ısıyı karbondan arındırmak için çekici bir seçenek olsa da hidrojenden ısı elde edilmesinin maliyetinin aynı zamanda soğutma amaçlı da kullanılabilen ısı pompalarından ısı elde edilmesinin maliyetinden daha yüksek olabileceğine değiniliyor. Saf hidrojen şebekeleri için gaz şebekelerinin yeniden kullanımının değerlendirilmesi noktasında, boruların değiştirilmesi ve gaz kazanlarının ve pişirme cihazlarının değiştirilmesi gibi kaspamlı sistem modifikasyonlarının gerekebileceği ve bu hususun binalar için hidrojen yol haritaları geliştirilirken dikkate alınması gereken bir faktör maliyeti olduğuna da dikkat çekiliyor.Ev tipi hidrojen cihazlarıyla ilgili güvenlik ve performans endişelerine de değinen rapor 1990-2019 döneminde inşaat sektöründe hidrojenin kullanılmadığını ve 2050 yılına kadar binalarda hidrojenin mütevazı bir rolü olacağını belirtiyor. KARA ULAŞIMIIPCC “akülerin şu anda hafif ticari araçlar için hidrojen ve yakıt hücrelerinden daha çekici bir seçenek olduğunu” ve hidrojenin hafif hizmet araçları

Devamını Oku

İklim Göçü, Uluslararası Gündem ve Türkiye

İklim değişikliği olumsuz sonuçlarını her geçen gün göstermeye devam ediyor. Bu etkilerden dünyanın hiçbir bölgesi ya da ülkesi muaf değil. Üstelik iklim değişikliğinin olumsuz sonuçları sadece çevreyi etkilemiyor. Beraberinde toplumsal yapı ve ekonomi de zarar görüyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) Ağustos ayında yayımlanan raporu söz konusu çevresel, ekonomik ve sosyal sonuçların daha da kötüleşeceğini işaret ediyor. Rapora göre iklim değişikliğinin etkileri artık daha hızlı, daha yoğun ve daha yaygın olarak gerçekleşecek. Dolayısıyla iklim değişikliğine bağlı afetler ve çevrenin zarar görmesi nedeniyle ortaya çıkacak doğal kaynak krizleri gibi etkenler dolayısıyla çatışmanın ve iklim göçlerinin giderek daha fazla yaşanmaya başlaması kaçınılmaz. İklim değişikliği giderek daha fazla şiddetleniyor, insanlık tarihinde görülmemiş sonuçlarla karşı karşıyayız Sanayi Devriminden bu yana küresel ortalama sıcaklıklar yaklaşık 1,1 santigrat derece artış gösterdi. Bunun küresel, bölgesel ve yerel düzeylerde sonuçları artık günlük yaşantımızda görebileceğimiz bir hale geldi. İklim değişikliği konusu artık sadece bilim insanlarının ilgilendiği bir konu olmaktan çoktan çıktı. Geçtiğimiz Ağustos ayı içinde insanlık tarihinde ilk defa Grönland’daki buzul zirvesine yağmur yağdı. Bu bölgedeki hava sıcaklığının daha önce hiç ulaşmadığı seviyede ısındığına işaret ediyor. İklim değişikliğinin etkisiyle sıcaklık dalgaları, kuraklık ve çölleşme, aşırı yağışlara bağlı seller ve taşkınlar, büyük orman yangınları, fırtınalar sayı, sıklık ve şiddet olarak arttı. IPCC Raporları iklim değişikliğiyle ortaya çıkacak etkiler dolayısıyla küresel çapta eşitsizliklerin büyüyeceğini, yeni yoksulluk alanları ortaya çıkacağını ve iklim değişikliği sebebiyle afetler artarken, geçim kaynaklarının azalacağını, su, gıda ve enerji güvenliği sorunlarının şiddetleneceğini ortaya koyuyor. BM: İklim krizi tüm ülkeler için ciddi bir ulusal güvenlik sorunudur Birleşmiş Milletler Afet Riski Azaltım Ofisi’nin (UNDRR) raporları da bu bulguyu destekler nitelikte. Birleşmiş Milletler, yıkıcı etkiye sahip afetlerin son 20 yılda önemli artış gösterdiğini, bu artışın özellikle de iklim ile ilişkili afetlerde gerçekleştiğini ve iklim ile ilişkili afetlerin tüm afetlerin yaklaşık %91’ini oluşturduğu vurgulanmaktadır. Bu sonuçlar iklim değişikliği konusunun artık tehdit çoğaltan bir konu olduğunu ve ülkeler için bir güvenlik meselesi haline geldiğini göstermektedir. Bu kapsamda günümüzde iklim güvenliği kavramı yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. İklim güvenliği sadece insanların yaşamını, ekosistemlerin devamlılığını ve ülkelerin refahını etkileyen, tehlikeye sokan risk ve tehditleri içermiyor. Bunun yanı sıra ikim değişikliğinden daha az etkilenmek doğrultusunda ortaya konulması gereken sera gazı azaltımı ve iklim değişikliğine uyum politika ve eylemlerini de içeren bir kavram. Günümüzde yaşanan COVID-19 pandemisi insanlığın doğayla olan ilişkini tekrara değerlendirmesi doğrultusunda bir uyarı olarak ele alınmalıdır. Aynı zamanda insanlığın krizlere ne kadar hazırlıksız olduğunu gösteren de bir örnek oluşturmuştur. Kriz yönetimi yerine risk yönetimi anlayışı benimsenmeli Bu doğrultuda risk yönetimi ve kriz yönetiminin farklı ama birbirini bütünleyen konular olduğu rahatlıkla görülebiliyor. Risk, gelecekte meydana geleceği tahmin edilen ve ülkeleri ve vatandaşları olumsuz etkileyecek durum ve olaylar olarak tanımlanmaktadır. Kriz ise ülkeleri ve vatandaşları olumsuz etkileyen, ani gelişen ve acil tepki verilmesi gereken durumları ifade etmektedir. Günümüzde iklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarının ulaştığı boyutlar hem hâlihazırda ortaya çıkan etkilere hem de ortaya çıkması muhtemel etkilere karşı iklim değişikliğine uyum eylemlerini zorunlu kılmaktadır. Sorun daha oluşmadan ön görülmesi gerekli tedbirlerin alınması hem ekonomik hem sosyal hem de çevresel anlamda daha uygun sonuçlar ortaya çıkartıyor. BM tarafından hazırlanan İklim Değişikliği ve Olası Güvenlik Riskleri raporunda iklim değişikliğinin ortaya çıkardığı/çıkaracağı riskler beş başlık altında ele alınmıştır. Buna göre iklim değişikliği (1) ülkelerin kırılganlıklarını artırarak, (2) Ülkelerin onlarca yıllık kazanımlarını geri götürecek düzeyde önemli kalkınma sorunları oluşturarak, (3) göçmenlik ve/veya mültecilik sorunları oluşturacak koşulları meydana getirerek, (4) İnsanları yaşadıkları yerlerden veya ülkelerden ayrılmak zorunda bırakarak, (5) Doğal kaynak krizleri nedeniyle ülkeler arasındaki rekabeti ve çatışmaları körükleyerek önemli güvenlik riskleri ortaya çıkarıyor. IPCC: Gelişmekte olan ülkeler iklim değişikliğinin etkilerine karşı daha kırılgan İklim değişikliği krizi toplumlar arasındaki gerginlikleri daha üst boyuta taşıyan sonuçlarla geliyor. Bu ise beraberinde konunun çatışma ve güvenlikle birlikte ele alınmasına neden oluyor. Üstelik bu ülkelerde nüfus artış hızı da oldukça fazla. Özellikle gelişmekte olan ülkeler için küresel ısınma daha önemli bir sorun. Çünkü bu ülkelerin geçim kaynakları daha çok doğa ile ilişkili sektörlerle alakalı ve bu ülkelerin iklim değişikliğiyle mücadele etme ve sonuçlarına uyum sağlama kapasiteleri gelişmiş ülkelerden oldukça düşük. Bu kapasitenin geliştirilmesi konusu gerek 1992 yılında BM tarafından düzenlenen Rio Zirvesi sonucunda kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde (BMiDÇS) gerekse 2015 yılında BMİDÇS 21. Taraflar Konferansı sonucunda Kabul edilen Paris Anlaşması’nda vurgulansa da gelişmiş ülkelerin özellikle finansman desteği sağlamak doğrultusundaki taahhütlerini yerine getirmemesi süreci daha da karmaşık bir hale sokuyor. IPCC raporlarına göre bu ülkelerin halkları aynı zamanda dünyanın iklim ile ilişkili afetlerden en fazla etkilenen bölgelerinde ikamet ediyor. Bu ise iklim krizinden daha fazla zarar görmelerine neden oluyor. İklim değişikliğiyle ilişkili aşırı hava olaylarından 2000-2019 yılları arasında Mozambik, Zimbabve, Bahamalar, Puerto Rico, Myanmar ve Haiti gibi ülkeler en çok etkilendi. 475.000 kişi öldü ve yaklaşık 2.56 trilyon dolarlık küresel kayıp yaşandı. İklim göçmeni ve iklim mültecisi kavramları farklı kavramlardır Hâlihazırda başta Küçük Ada Devletleri ve pek çok hassas toplum, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini ve iklim güvenliği sorunlarını ağır bir biçimde yaşamaktadır. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), iklim değişikliğine bağlı olarak deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle Kiribati, Maldivler, Marshall Adaları ve Tuvalu gibi ada devletlerinin varlığının tehlikede olduğu uyarısında bulunuyor. Bu sorunların beraberinde iklim göçünü ve iklim mülteciliğini ortaya çıkarması ise kaçınılmaz Göçmen ve mülteci kavramları sıklıkla birbirinin yerine kullanılmaktadır. Ancak iklim göçmeni ve iklim mültecisi kavramları ise farklı kavramlar. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin yaklaşımına göre mülteciler, ırk, din, milliyet, belirli bir toplumsal gruba mensubiyet veya siyasi görüş nedeniyle maruz kaldıkları işkence ve çatışmalardan kaçan ve ulusal sınırları aşarak güvenli bir bölgeye ulaşmayı amaçlayan kişilerdir. Mültecilerin ülkelerine dönüşleri can güvenlikleri açısından sorun teşkil edecektir. Bu nedenle 1951 Mülteci Sözleşmesine göre uluslararası hukuk tarafından korunmaktadırlar. Bu açıdan mülteci olarak tanımlanmak çok önemlidir ve hakları içerir. Diğer bir kavram olan göçmen ise, yaşamları doğrudan tehlikede olduğu için değil, yaşam koşullarını iyileştirmek için hareket etmeyi seçen ve bu kişilerin ülkelerine geri dönmelerinin mümkün olduğu kişileri tanımlamak için kullanılmaktadır. Göç son yıllarda hızla artmıştır. 2019’da 82 milyonu Avrupa ülkelerinde ikamet eden 272 milyon uluslararası göçmen bulunmaktadır. Sadece uluslararası göçün değil, ülkelerin kendi içinde gerçekleşen göçün de önemle ele alınması gereği vardır. BM rakamlarına göre günümüzde küresel çapta ülke içinde 763 milyon kişinin göç ettiği belirtilmektedir. Göçler pek çok

Devamını Oku

Hava kalitesi yönetiminde dönüşüm

Hayat kalitemizi etkileyen temel unsurların başında soluduğumuz hava gelmektedir. Yetişkin bir insan günde ortalama 11 bin litre dolaylarında hava solumaktadır. Bu değer kabaca küçük bir kamyoneti dolduracak miktar. Bunun içindir ki hava, hayatın vazgeçilmez bir parçası. Tabii solunum esnasında hava ile birlikte havada duran ve göremediğimiz küçüklükteki kirleticileri de içimize alıyoruz. Bu durum birçok hastalık ve rahatsızlığa da davetiye çıkarıyor. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ/WHO) verilerine göre her yıl 7 milyon insan hava kirliliği ile ilişkilendirilebilecek rahatsızlıklar sebebiyle hayatına erken veda ediyor. Hava kirliliği diğer kirlilik türleri gibi anlık ve görünür etki göstermiyor. Soluma ile alınan kirleticiler zamanla eşik miktarları aşarak vücudumuzda görünür ve kalıcı hasar bırakıyor. Bu sebeple yine DSÖ tarafından hava kirliliği “sessiz katil” olarak nitelendiriliyor. Nüfus artışı, şehirlerin büyümesi ve her geçen gün artan yaşam konforu talebimiz beraberinde ısıtma, soğutma, aydınlatma gibi alanlardaki enerji ihtiyaç artışını da doğuruyor. Daha fazla enerji arzı ise daha fazla yakıt tüketimi ve dolayısıyla da hava kirliliği anlamına geliyor. Bu durumda hava kirliliği yönetilmesi gereken en öncelikli çevre temalarından biri haline geliyor. İLK YASAL DÜZENLEMELERİN YAPILDIĞI ALAN: HAVA KALİTESİSanayi devriminin beşiği olarak anılan İngiltere’de enerji üretimi amacıyla yoğun olarak kullanılan kömür büyük bir hava kirliliğine sebep olmuş, kamuoyunda yükselen tepkilere bağlı olarak da hava yönetimi alanındaki ilk yazılı yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi sağlanmıştır. Bu itibarla ilk olarak 1926 yılında çıkarılan Duman Azaltma Yasasını müteakip çeyrek asır sonrasında binlerce kişinin ölümüne yol açan “Büyük Londra Dumanı” olarak adlandırılan hava kirliliği sonrasında 1956 yılında Temiz Hava Kanunu (Clean Air Act) çıkarılmıştır. Avrupa Birliği’nin de temiz hava yasalarının altlığını oluşturan bu düzenleme bölgesel bazda çevre alanındaki ilk yasal düzenleme örneği olmuştur. Sınır konulamayan ve dinamik yapısı içerisinde dağlar, denizler, binalar ve yollar arasında sürekli bir hareket halinde bulunan hava bu yapısıyla yönetilmesi zor çevre konularından biri haline geliyor. Sanayi, ulaşım ve ısınma gibi temel alanlarda dünya genelinde artan yoğun fosil yakıt kullanımı, arıtma teknolojilerinin de yetersizliği ve rüzgâr gibi meteorolojik faktörlerle oluştuğu bölgeden binlerce kilometre uzaklıklara taşınan hava kirliliği bu yönüyle küresel önem kazanmış ve 1979 yılında imzalanan BM Uzun Menzilli Sınıraşan Hava Kirliliği (LRTAP) Sözleşmesi ile küresel bağlamda da çevre alanında mevzuat hazırlanan ilk tema olmuştur. ÜLKEMİZDE DE İLK TEMA HAVA OLDUHava kalitesi ülkemizde de yasal açıdan çalışılan ilk tema oldu. 1983 yılında yayımlanan 2872 sayılı Çevre Kanunu’na dayanılarak hazırlanan “Hava Kalitesinin Korunması Yönetmeliği” 1986 yılında yürürlüğe girerek bu kapsamda detaylı çalışılan ilk alan oldu. Hava kirliliği dünya genelinde şehirlerin en önemli meseleleri arasında yer alıyor. Pandemi ile birlikte maskelerimizin ardında geçirdiğimiz iki yıl boyunca temiz bir nefes almanın önemini anladık. “Evde kal Türkiye” çağrısı ile birlikte şehirlerimiz hava kalitesi uzmanlarının arayıp bulamadıkları bir deney ortamına dönüştü, şehrin hava kirliliği kaynakları asgari düzeye indi. Hatta İstanbul’dan Uludağ’ı rahatlıkla görebildiğimiz günlere tanıklık ettik. Bu durum bizlere kirlilik kaynakları olmadığında doğanın kendi dengesini nasıl sağladığını gösterdi. Artan nüfus ile birlikte gelişen sanayi ve gündelik ihtiyaçlarımız sebebiyle kullandığımız elektrik ve ısınma hava kirliliğinin en önemli faktörlerinden. Havanın doğal bileşeninin kirleticiler sebebiyle değişmesi ile hava kalitesi bozuluyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olarak hava kalitesinin limitlerini belirliyor ve vatandaşlarımızın bu limitler dâhilinde temiz hava solumalarına yönelik çalışmalarımızı sürdürüyoruz. HEPİMİZİN YAPABİLECEĞİ BIR ŞEYLER VARHava kalitesini en iyi seviyede tutabilmek için hava kirliliğine sebep olan sanayi, ulaşım ve ısınma kaynaklı hava kirliliğini kontrol altına almaya çalışıyoruz. Bakanlık olarak mevzuat düzenlemeleri yapıyor ve bu alandaki uygulamaların önderliğini yürütüyoruz. Mevzuatın uygulanmasında yerel yönetimlere de önemli vazifeler düşüyor. Özellikle ulaşım ve ısınma kaynaklı kirliliğin yönetilmesine ilişkin şehrin planlama aşamasından başlayarak yerel yönetimlerin doğru uygulamaları ile temiz havaya erişebildiğini görüyoruz. Temiz bir hava için tüm bireylerin katkı sunmasını bekliyoruz, gündelik tercihlerimizde yürüyüş, bisiklet gibi sıfır emisyonlu araçları, bireysel araç kullanımı yerine toplu taşımayı tercih etmek yapabileceklerimizin ilk sırasında yer alıyor. Yine kış aylarında ısınma ihtiyacımız için temiz ve çevre dostu yakıtları kullanmak, yakma sistemlerimizin bakımlarını yaptırmak, ortam sıcaklığını çok fazla arttırmamak, binalarımızın ısı yalıtımlarını yaptırmak birey olarak yapabileceklerimizden. HAVA KALİTESİ YÖNETİMİNDE TARİHİ ADIMLARBakanlık olarak hava kalitesini şehrin kirliliğini en iyi temsil edecek şekilde sürekli izleyen sistemlerin sayısını 2002 yılında yalnızca 8 iken 2022 yılında 360’a çıkardık. Ölçüm ağından elde edilen verileri internet sitemiz üzerinden anlık olarak vatandaşlarımızla paylaşıyoruz. Kirletici vasfı yüksek sanayi tesislerinin bacalarını sürekli olarak izliyoruz. SEÖS adı verilen izleme sistemleri ile 700’ü aşan tesis bacası emisyonunu anlık olarak takip ediyoruz. Hava kalitesi yönetiminde sadece ölçmek ve izlemekle yetinmedik. Kirliliğin kaynağını tespit eden ve buna göre tedbirlerin belirlenmesine imkân sağlayan yazılımları ulusal bütçemiz ile hayata geçirdik. Bunlardan ilki olan Hava Emisyon Yönetim-HEY portalı ile tüm hava kirliliği kaynaklarını ülke genelinde ortak ve şeffaf bir veri tabanı ile yönetiyoruz. HEY portalı dünyaya örnek teşkil edecek şekilde bilimsel hava kalitesi modellerini yazılım üzerinden çalıştırabilen özelliğe sahip. HEY portalında ülke genelinde çevre izni alan 10 bin 700 sanayi tesisine ait veriler kayıtlı durumda. İllerimizdeki endüstri, ulaşım, ısınma kaynaklarının hava kirliliğine katkılarını biliyoruz. Valiliklerimiz koordinasyonunda temiz hava eylem planları ile bu kaynakları yönetmeye yönelik eylemler belirleniyor ve uygulanması bakanlığımızca takip ediliyor. HEY portalı çıktılarını kullanan yine yerli ve milli teknolojiyle geliştirdiğimiz NEFES yazılımıyla şehirlerde binalarımızın 3 boyutlu dijital ikizlerinde rüzgârın akış yönü ve hızı ile rüzgâr koridorları, kavşakları, ışıklandırma sistemi, topoğrafyaya bağlı eğimler, trafik yoğunluğu, atölyeler, ekmek fırınları, lokantalar gibi küçük ölçekli kirlilik kaynaklarını ele alabiliyoruz. 25 ilde başarı ile uygulanan NEFES yazılımını tüm illerimize yaygınlaştırıyoruz. Anlık olarak kirlilik durumunu ve kaynağını izleyebildiğimiz bu araçlarla bakanlığımızın uygulama gücü artmış durumda. Hava kalitesinin yıllara göre değişimini değerlendirdiğimizde kömür kokusundan zorunlu maske kullanılan 90’lı yılları doğalgazın yaygınlaştırılması yatırımları ile çoktan geride bıraktığımızı görüyoruz. Katı yakıt ile ilişkilendirilen kükürtdioksit (SO2) kirliliğinin oldukça düşük seviyelerde seyretmesi bu değişimin bir göstergesi niteliğinde. Ancak doğal gazın ulaştığı 81 ilimizde halen ısınmada kullanım oranları istenen seviyelerde değil. Kapısının önüne kadar doğal gaz hattı gitmiş olduğu halde ısınmada katı yakıt kullanmaya devam eden vatandaşlarımız var. Ülkemize ithal olarak giren ve ülkemizde üretilen tüm katı yakıtların yaşam döngüsünü HEY Portalı Katı Yakıt Modülü ile takip edebiliyoruz. 2021 yılı itibarıyla daha önce ıslak imzalı verilen üretici, dağıtıcı, satıcı kayıt ve satış izin belgelerini e-imzalı hale getirerek toplamda 16 bin 190 belge düzenledik. Bu veriler ile illerimizi katı yakıt kullanımı açısından değerlendirebiliyoruz. YEREL BAZDA DÖNÜŞÜMLERE DESTEKBirçok şehrimizin

Devamını Oku

Enerji dönüşümünün yükselen trendi: Hidrojen

BM Genel Sekreteri António Guterres, Dünya Meteoroloji Örgütü’nün Küresel İklim Durumu 2021 Raporuna ilişkin açıklamasında küresel enerji sisteminin bozulduğunun ve bizi iklim felaketine daha da yaklaştırdığının altını bir kez daha çizerek fosil yakıtların çevresel ve ekonomik olarak bir çıkmaz sokak olduğunu, Ukrayna’daki savaş ve bunun enerji fiyatları üzerindeki ani etkilerinin bir başka uyandırma çağrısı olduğunu, tek sürdürülebilir geleceğin yenilenebilir bir gelecek olduğunu, kendimize ait tek evimizi, dünyamızı yok etmeden bir an önce yakıt kirliliğine son verilmesi ve yenilenebilir enerji geçişinin hızlandırılması gerektiğini bir kez daha vurguladı. Üst üste gelen dünya ölçeğindeki krizler küresel enerji geçişini hızlandırmanın acil bir ihtiyaç olduğunun altını defalarca çizdi. Son yıllarda yaşanan olaylar büyük ölçüde fosil yakıtlara bağımlı bir merkezi enerji sisteminin küresel ekonomiye maliyetini vurgularken petrol ve gaz fiyatları Ukrayna’daki krizin endişe ve belirsizlik seviyelerini arttırmasıyla birlikte yeni zirvelere tırmanıyor. COVID-19 salgınının yol açmış olduğu hasardan hala kendimizi toparlamaya çalışırken dünya çapında tüm vatandaşlar enerji faturalarının ödenebilirliği konusunda endişeleniyor. Bütün bunların yanı sıra insan kaynaklı iklim değişikliğinin etkileri dünya çapında giderek daha belirgin hale geliyor. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) yaklaşık 3.6 milyar insanın halihazırda iklim değişikliğine karşı oldukça savunmasız ortamlarda yaşadığı konusunda uyarılarda bulunmaya devam ediyor. Acil meselelerin çözümüne yönelik kısa vadeli müdahalelere, orta ve uzun vadede başarılı bir enerji geçişine kararlı bir odaklanma eşlik etmelidir. Bugün hükümetler enerji güvenliği, dayanıklılık ve herkes için ekonomik enerji gibi görünüşte birbirine zıt gündemlerle mücadele etme gibi zorlu bir görevi üstleniyor. Bu belirsizlik karşısında hedef hızla değişen iklim karşısında sürdürülebilir kalkınmayı sağlayarak daha kapsayıcı bir perspektifle bakabilmeyi öğrenmektir. Aksi takdirde mevcut riskler sürecek ve iklim değişikliği ile gelen köklü tehditler artmaya devam edecektir. Bu kapsamda küresel sera gazı emisyonlarının büyük bir bölümünü oluşturan enerji sektörü için enerji dönüşümünün hızlandırılması uzun vadeli enerji güvenliği, fiyat istikrarı ve ulusal dayanıklılık için de gereklidir. Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 80’i enerji ithalatının yapıldığı ülkelerde yaşıyor. Henüz kullanılmayan yenilenebilir potansiyelinin bolluğu ile bu yüzde önemli ölçüde azaltılabilir. Böylesine derin bir değişim ülkeleri farklı tedarik seçenekleri aracılığıyla enerji ithalatına daha az bağımlı hale getirecek ve ekonomileri fosil yakıt fiyatlarındaki geniş dalgalanmalardan ayırmaya yardımcı olacaktır. Bu yol aynı zamanda istihdam üretecek, yoksulluğu azaltacak, kapsayıcı ve iklim açısından güvenli bir küresel ekonomiyi destekleyecektir. Bu sebeple yenilenebilir enerji dönüşüm süreçlerinin geliştirilmesi ve uygulanması fosil yakıt rezervlerine olan bağımlılığı azaltmak ve atmosferik sera gazlarını kontrol altına almak için gereklidir. Sonuç olarak, yenilenebilir kaynaklar gerçek anlamda bağımsız enerji güvenliğine ve buna bağlı olarak istikrarlı enerji fiyatlarına ve sürdürülebilir istihdam fırsatlarına giden en nihai yol olarak görülüyor. Dolayısıyla, araştırmalar yenilenebilir enerji üretim kapasitesindeki artışın son derece önemli olduğunu yenilenebilir enerji dönüşüm süreçleri ve enerji depolama süreçlerinin geliştirilerek kesintilerin ve coğrafi kısıtlılıkların üstesinden de gelinebileceğini gösteriyor. 1970’lerdeki ilk petrol krizinden bu yana ekonomik kalkınma özellikle sanayide güvenli enerji kaynaklarına erişimden doğrudan etkilenmiştir. Sürdürülebilir ekonomik büyüme için enerji ihtiyacının karşılanması açısından güvenilir, uygun maliyetli ve temiz tedarik sağlayan yenilikçi enerji sistemlerine ihtiyaç duyuluyor. Bu tür enerji sistemleri yeni istihdam ve ihracat fırsatlarından diğer sanayileşme avantajlarına kadar sürdürülebilir ekonomik büyüme için gereklidir. Tam da bu noktada tüm dünyanın gözünü diktiği, aslında uzun yıllardır var olan ve Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin geçtiğimiz yıl Glasgow’da düzenlenen 26. Taraflar Konferansı (COP26) doğrultusunda yenilenebilir enerji çalışmalarına ve uygulamalarına hız verilmesiyle çokça dikkati çeken, ümit verici bir alan mevcut: Hidrojen. Aslında hidrojen enerjisi fikri ve kullanımı çok yeni değil. 1977 yılına kadar Birleşik Krallıktaki evlere metan, karbondioksit, karbon monoksit ve hacimce yaklaşık yüzde 50 hidrojenden oluşan sentetik gaz sağlanıyordu. Bu üretilen gaz karışımı, ilgi bu karışıma göre daha ucuz ve temiz doğal gaza yönelmeden önce, yemek pişirmek ve ayrıca ısı ve aydınlatma sağlamak için de kullanılmaktaydı. Araştırmalar hidrojen enerji sistemlerinde küresel liderliğin yenilikçi araştırma ve geliştirme alanından bakım ve işletmeye kadar daha iyi iş imkanları oluşturmada potansiyel olarak çok önemli bir role sahip olduğunu ortaya koyuyor. Bu bakımdan mevcut iklim hedeflerini karşılamak ve sıcaklık artışını net sıfır emisyon hedefleri doğrultusunda sınırlamak için gidilmesi gereken yol, enerji sisteminin karbonsuzlaştırılması olduğundan, hidrojen konusu bu hedefi başarmada temel bir husus olarak kabul ediliyor. Ancak kendisini böyle bir role yerleştirmek için hidrojen üretiminin emisyonsuz olması da garanti edilmelidir. HİDROJENİN 50 TONUHidrojen küresel ısınma da dâhil olmak üzere sürekli artan küresel enerji talebiyle ilgili problemlere ekonomik olarak uygulanabilir, finansal olarak gelecek vaat eden ve sosyal olarak avantajlı ve enerjik açısından verimli çözümler sağlama potansiyeline sahip, dünyada en bol bulunan elementken moleküler (veya fonksiyonel) formda özgürce mevcut olmayıp daha ziyade diğer bileşiklerde (su, fosil yakıtlar, amonyak, biyokütle vb.) bulunuyor. Bu sebeple farklı şekilde üretim teknikleri vardır. Söz konusu bu üretim teknikleri sera gazı emisyonları ile doğrudan ilgili olduğundan bu konuya biraz değinmekte fayda var. Hidrojen birden fazla proses ve enerji kaynağı ile üretilebiliyor olduğundan bir renk kodu terminolojisi yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak özellikle tamamen tek bir rengin altına girmeyen durumlar olabileceğinden (mesela karışık hidrojen kaynakları, şebeke elektriği ile elektroliz gibi) yaşam döngüsü sera gazı emisyonlarına dayalı nesnel bir etki ölçüsü kullanarak politikalara yön verilmesi doğru olacaktır. Üretim şekline göre griden pembeye, turkuaza, maviye kadar bir çok rengi olan hidrojenin en yaygın kullanılanı karbon yakalama ile birleştirilmiş buhar metan reformasyonundan elde edilen hidrojen (mavi hidrojen), sonra düşük karbonlu elektrik yoluyla üretilen elektrolitik hidrojen (sarı hidrojen) ve tamamen yenilenebilir kaynaklar yoluyla üretilen elektrolitik hidrojen (yeşil hidrojen), karbonsuz ya da düşük karbonlu emisyon ihtiyacını karşılamak için ana potansiyel adaylardır. Ama yeşil hidrojen elektroliz olarak bilinen kimyasal bir süreçle evrensel, hafif ve oldukça reaktif bir yakıt olan hidrojen üretimine dayanıyor. Bu metot hidrojeni sudaki oksijenden ayırmak için bir elektrik akımının kullanılmasına, bu elektrik akımının da tamamen yenilenebilir kaynaklardan elde edilmesiyle atmosfere karbondioksit salmadan enerji üretilmesi esasına dayanıyor. Tamamen yenilenebilir enerjiden üretilen hidrojen anlamına gelen yeşil hidrojen tamamen sürdürülebilir bir enerji geçişi için en uygun olan hidrojen olarak görülüyor. Yeşil hidrojen üretmek için en yerleşik teknoloji seçenekleri yenilenebilir elektrikle beslenen su elektrolizidir. YEŞİL HİDROJEN VE TEMİZ HİDROJEN AYNI ŞEY Mİ?Hayır. Temiz hidrojen o hidrojenin mutlaka emisyonsuz olduğu anlamına gelmez: Yeşil hidrojen hiç karbon içermezken diğer hidrojen türleri hala sera gazı yayabilir. Ancak son yıllarda hidrojen temiz enerji bulmacasının potansiyel bir eksik parçası olarak gündemde yükseldi. Artan sayıda ülke artık ulusal bir hidrojen yol haritasına

Devamını Oku

Haberler

Bizimle ilgili tüm güncel ve önemli haberler

Kömüre Veda

Küresel çapta bir süredir fosil yakıtlara dayalı kaynaklardan yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişin temel alındığı yeşil dönüşüme tanıklık ediyoruz. İklim değişikliğinin en önemli sebeplerinden biri hiç şüphesiz sürdürülebilir olmayan şekilde tüketilen ve kullanılan fosil yakıtlar sebebiyle ortaya çıkan emisyonlardı. Yıllar içerisinde pek çok ülke kömür başta olmak üzere fosil yakıtlara gerek ihracatta gerekse de ithalatta olan bağımlılıklarını azaltmak veya kömür kullanımını tamamen ekonomik modellerinden çıkarmak için adımlar atmakta. Ancak bugüne kadar fosil yakıtlar hiçbir zaman kendine hem G7 hem G20 liderler bildirgesinde hem de Birleşmiş Milletler iklim zirveleri nihayetinde alınan kararlarda aynı anda yer bulamamıştı. 2021 yılı bu açıdan bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Peki kömür ve fosil yakıtların bu metinlerde ve kararlarda anılması ne anlama geliyor, işte buna yazımızda değineceğiz. Uluslararası platformlarda kömür tartışmalarıÇevre ve iklim tartışmaları 50 yıldır süregelmektedir. İklim değişikliği yalnızca belli bir kesim ülkenin değil, tüm gezegenin ortak problemi olduğu için de tartışmalar kapsamında tüm ülkelerin ortak bir paydada buluşabileceği çözümler aranmaktadır. İklim değişikliğinin giderek etkisini daha fazla hissettirmeye başlamasıyla son on yılda gelişmiş ülkelerin temsil edildiği uluslararası platformlarda verimsiz fosil yakıt teşviklerinin dışlanması gündemin önemli maddelerinden biri haline gelmiş durumdadır. Geçtiğimiz birkaç yıldır ise iklim krizinin acil eyleme geçilmesini gerekli kılması sebebiyle gelişmiş ülkeler gündemlerine en kirletici fosil yakıt olan kömüre yönelik yapılan yatırımların da dışlanmasını aldılar. Ek olarak 1,5oC hedefine ulaşılmasının günbegün zorlaştığının analitik çalışmalarla ortaya konulması, bu bağlamda hali hazırda ülkeler tarafından sunulan ulusal katkıların yetersiz oluşunun hesaplanması, gelişmiş ülkeleri daha fazla sorumluluk üstlenmeye doğru yönlendirmiş gözüküyor. Öte yandan yayımlanan güncel araştırmalarda gelişmiş ülkelerin bugüne kadarki iklim değişikliğinin %50’sinden sorumlu oldukları tespit edilmektedir. Dolayısıyla Paris Anlaşması’nda da yer aldığı gibi gelişmiş ülkelerin bu alanda liderlik üstlenmelerini beklemek olağan gözükmektedir. Bu kapsamda 2021 yılında kömür politikalarıyla ilgili ses getiren ilk beyan G7 Liderler Bildirgesinde ortaya çıkmıştı. Haziran ayında gerçekleşen zirve sonucunda duyurulan bildirgede G7 liderleri kömür kullanılarak elde edilen elektrik üretiminin sera gazı emisyonlarının en büyük sebebi olduğunu, azaltılmamış (unabated) kömüre yapılan uluslararası yatırımların en kısa sürede durdurulması gerektiğini kabul ederek azaltılmamış uluslararası termik termal kömür enerji üretimine yönelik yeni ve doğrudan sağlanan devlet desteklerinin sonlandırılmasına yönelik taahhütte bulunmuşlardı. Aynı bildiride ayrıca kömürle çalışan santralleri 2021 sonrası finanse etmeme sözü de veren liderler kömür kullanımına son verme konusunda ise tarih vermekten kaçınmışlardı. “Azaltılmamış” ifadesine kısaca değinmekte fayda var. Bu terime Uluslararası Enerji Ajansı tarafından bu yıl yayımlanan Net Sıfır Enerji raporunda ve G7 bakanlar ve liderler toplantılarının ardından yayımlanan bildirilerde yer verildi. Söz konusu ifade karbon yakalama ve depolama gibi CO2 emisyonlarını azaltan teknolojilerle azaltılamayan kömür kullanımını ifade etmektedir. İklim zirvesi öncesi dünyanın en büyük 20 ekonomisini bu sene Roma’da bir araya getiren G20 toplantısında ise paydaşların sayılarının artması, ekonomilerin çeşitlilik göstermesi, tartışmaların beklendiği üzere G7’de olduğundan daha zor bir şekilde neticelendirilmesine sebep olmuştu. Verimsiz fosil yakıt sübvansiyonlarının azaltılması bir süredir kendisine G20 bildirilerinde yer bulmaktaydı, ancak kömür özelinde benzer bir yaklaşıma rastlanmıyordu. Roma zirvesinin sonuç metnine göre G20 liderleri yurt dışında azaltılmamış kömürle elektrik üretimi için doğrudan kullandırılan yeni kamu desteklerini sona erdirmeyi ve bu alanda yapılan uluslararası yatırımların durdurulmasını kabul ettiler. Bildiride ayrıca kömür kullanılarak gerçekleştirilen elektrik üretiminin, sera gazı emisyonlarının en büyük sebebi olduğu vurgusu da yer aldı. Bu anlamda G7 ve G20 platformlarında fosil yakıtlar arasından kömürün artık kademeli bir şekilde de olsa terkedileceğine yönelik bugüne kadar ortaya konulmamış bir irade sergilenmiş oldu. G20 toplantısının hemen ardından liderler bu kez Glasgow’da pandemi dolayısıyla bir yıl gecikmeli olarak toplanan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) 26. Taraflar Konferansı (COP26) marjında bir araya geldiler. Bu kez kömür ile ilgili karar almak çok daha zordu. Zira nihai bir COP kararı için tüm ülkelerin ikna edilmesi gerekiyordu. Oturumun henüz başında Birleşik Krallık Başkanlığının da başını çektiği girişim ile aralarında Polonya, Şili ve Vietnam gibi önemli kömür tüketicilerini de barındıran 40’tan fazla ülke yeni kömürlü elektrik üretimine yönelik tüm yatırımları yurt içinde ve yurt dışında sona erdirme taahhüdünde bulundu. Ayrıca büyük ekonomiler için 2030 civarında ve daha fakir ülkeler için 2040 yılında kömür enerjisini aşamalı olarak durdurmayı kabul ettiler. Çin ve ABD gibi kömür söz konusu olunca öne çıkan figürlerden ikisi bu girişime katılmamayı tercih etmişti. Diğer taraftan müzakereler sürerken 10 Kasım tarihinde ABD ile Çin’in ortak bildirisi yayımlandı. Bildiride kömüre ilişkin olarak Çin tarafının 15’inci beş yıllık planı süresince kömür tüketimini kademeli olarak azaltacağı (phasedown) ve azaltılmamış kömür kaynaklı enerji üretimine verilen desteklere ilişkin her iki tarafın da vermiş olduğu taahhütlere bağlılığı hatırlatılıyordu. Müzakere masasına verilmek istenen mesaj çok açık olarak kömürün bir şekilde gelecekteki iklim rejimi altında istenmeyen fosil yakıt ilan edilmesiydi. Müzakereler de bu yönde ilerliyor ve azaltılmamış kömürün aşamalı olarak kaldırılması ifadesi metinlerde kendine yer buluyordu. Ancak Glasgow İklim Paktı’nın bu şekliyle onaylanmasına dakikalar kala Hindistan tarafından kömürün aşamalı olarak kaldırılması yerine aşamalı olarak azaltılması ifadesinin kullanılmasının talep edilmesi üzerine gelişmiş ülkelerden tepkiler yükselmişti. Yoğun istişareler sonucunda paktı kabul edebilmek ve uzlaşıyı sağlayabilmek uğruna Hindistan’ın dile getirdiği, Çin’in ise desteklediği bu talep kabul edilmişti. Tüm eleştirilere rağmen Glasgow İklim Paktı adını alan kararda “kömür enerjisinin aşamalı olarak azaltılması ve etkin olmayan fosil yakıt sübvansiyonlarının aşamalı olarak kaldırılması” ifadeleri yer alırken “verimsiz fosil sübvansiyonlarının kademeli olarak dışlanması” hususuna da değinildi. Glasgow’un ardından kömüre vedaKömür enerjisinin aşamalı olarak azaltılması ile verimsiz fosil yakıt sübvansiyonlarının kademeli olarak dışlanmasını içeren ifadelere daha önce hiçbir iklim müzakere metninde rastlamamıştık. İklim değişikliğiyle ilgili en üst düzeyde müzakerelerin yürütüldüğü böylesi bir platformda bu zamana kadar ülkelerin bu konuda iddialı adımlar atamamış olması aslında hala fosil yakıtlara yönelik politikaların hayatımızın bir yerinde olduğuna işaret etmekte. Buna karşın COP26 sonucunda ortaya çıkan karar ile 30 yıllık müzakere tarihinde istenilen seviyede olmasa bile fosil yakıtların dışlanması veya kaldırılmasına bir şekilde işaret edilmesi dahi uluslararası konjonktürdeki değişimi çok net şekilde bizlere göstermektedir. Peki tüm dünyayı ilgilendiren Glasgow İklim Paktı’nın kömür ile ilgili ne gibi bir etkisi olması bekleniyor? Yapılan araştırmalar Glasgow oturumundan önce yaklaşık 260 GW kapasiteye sahip olan 380 tesisin aşamalı olarak kapatılması planlarının tamamlanmış olduğuna, bu rakamın Glasgow’da verilen taahhütlerden sonra 550 GW kapasiteli 750 kömürle çalışan elektrik santraline yükseldiğini bizlere gösteriyor. Bunlara ek olarak 1420 GW değere sahip 1600 kömürle çalışan santralin, ülkelerin karbon nötr hedefleri kapsamına alındığını da

Devamını Oku

İstanbul Depremine Bütün Türkiye Yetişemez

1999’da Gölcük depreminden hemen sonra “deprem öldürmez, çürük bina öldürür” sözü hafızamıza kazınmıştı. O günden bu yana sadece TV’lerde uzmanların anlamsız tartışmalarıyla vakit geçirdik. Sonunda da bilimsel sohbetlerinden yorulduk, seyretmez olduk. Zira depremin ne zaman ve nerede olacağı vatandaşı ilgilendiriyordu. Bu da maalesef bilimsel olarak öngörülemiyordu. Dolayısıyla tek çare gelişmiş ülkelerde olduğu gibi yaşadığımız mekânları her türlü afete hazırlıklı hale getirmekti. Binalarımız olası bir depremin büyüklüğü ve şiddeti dikkate alınarak dizayn edilirse oluşabilecek kayıplar minimum olacaktır. Türkiye deprem bölgeleri haritası esas alındığında ülke topraklarının %96’sının farklı oranlarda deprem tehlikesine sahip bölgeler içerisinde yer aldığı ve nüfusunun % 98’inin bu bölgelerde yaşadığını görmek mümkündür. Yüzyıllardır yaşanan ağır depremler maalesef bize ders olmamış, sürekli gündemin değiştiği ülkemizde unutulmuştur. Depremlere karşı tedbir almakta ne kadar zayıf davrandıysak, deprem sonrası yardımlaşma ve kurtarmada o kadar büyük gayret sarf ettik, paralar harcadık. İstanbul’da 1903’te yaşanan 6,7 büyüklüğündeki depremde 4500 bina ya yıkılmış ya ağır hasar görmüş, 2000 kişi de hayatını kaybetmiştir. 1939’da Erzincan’da meydana gelen deprem 7,9 şiddetinde olmuş 117 bin bina yıkılmış, 33 bin vatandaşımız çürük binalar yüzünden can vermiştir. 1944’te Bolu Gerede’de yine 7 şiddetindeki depremde 4.600 kişi, 1975’de Diyarbakır, Lice’de 2385 kişi ve hepimizin daha dün gibi hatırladığımız 1999 yılında Kocaeli ve Düzce depremlerinde toplam 18.000 vatandaşımızı kaybettik. Yıllar geçti yine ders almadık. TEK ÇARE DÖNÜŞÜM 1903 yıkıcı İstanbul depreminin üzerinden 100 seneden fazla geçmiştir ve eğer depremin olma periyodu her yüz senede bir ise İstanbul’da her an yıkıcı bir deprem olma olasılığı çok fazladır. Ülkemizdeki 18 milyon konutun yaklaşık % 45’i olan 7 milyon konutun acilen yıkılıp yeniden yapılması gerekmektedir. İstanbul özelinde ise yaklaşık 3 milyon konut stokunun %40’ı ekonomik ömrünü doldurmuş, %27’sinin acilen yıkılması gerekmektedir. Demokrasiyle yönetilen ülkemizde, iktidar ve muhalefetin mevcut çürük yapı stokunu yenilemesi ve vatandaşını buna ikna etmesi hiç de kolay olmayacaktı ve olmadı da… Çünkü insanların en kutsal yeri oturdukları meskenleridir ve buraya dokunan oy alamaz. Demokrasilerde böyle bir riski almak her babayiğidin harcı değildir. Hükümetin başındakiler istese bile tabandaki parti yöneticileri tepkilerden korktukları için alınacak tedbirlere direnmeyi yeğlerler. “Hele bu seçim dönemi geçsin, sonra başlayalım” diyerek sürekli yukarılara baskı yaparlar. Şaşırtıcı bir şekilde 2011 yılında Van’da yaşanan ve 604 masum vatandaşımızın öldüğü depremden sonra bu ülkenin Başbakanı Sayın Erdoğan “Seçimi kaybetme pahasına da olsa hasarlı binaları yıkıp yeniden yapacağız” demiştir. Bu aslında kendi ve partisi adına büyük bir risktir. Başbakan’ın kararlılığı, geçtiğimiz 10 yıllık iktidarında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı kurması, TOKİ vasıtasıyla 500 bin yeni konut üretmesi ve afet kanunu çıkartmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu ülkede yaşayan herkes deprem gerçeğini aklından çıkartmadan kentsel dönüşüme destek vermeli, rant beklentilerinden uzak kendilerinin ve çocuklarının canını düşünmelidir. Özellikle İstanbul’da meydana gelecek şiddetli bir deprem, telafisi olmayan sonuçlar doğuracaktır. Yegâne çare, el birliğiyle İstanbul’daki binaları acilen dönüştürmektir. Kentsel dönüşüm yapılabilmesi için, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ve belediyelerin öncelikle kararlı duruş göstermesi, proaktif rol alması ve vatandaşı dönüşüme inandırması gerekmektedir. Sırf rant uğruna dönüşümün önüne taş koyanların devletin gücüyle ikna edilmesi gerekmektedir.                                                                                                             Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar

Devamını Oku

IPCC Azaltım Raporu: Sıfır emisyon hedefi için hidrojenin hayati rolü

Birleşmiş Milletler’de 193 hükümetin tamamı tarafından imzalanan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) İklim Değişikliği 2022: Azaltım Raporu’na göre, dünya net sıfır emisyona ulaşmayı hedefliyorsa, hidrojenin bu süreçte hayati bir rolü olacak. Dünyanın dört bir yanından 83 bilim insanı tarafından hazırlanan 2913 sayfalık muazzam belge esasen dünyanın karbondan nasıl arındırılabileceğine dair geniş bir yol haritası ortaya koyuyor.IPCC raporu dünyanın temiz hidrojeni nasıl kullanması gerektiğini, binalar, taşımacılık, ağır sanayi ve enerji depolama alanlarındaki rolünü ve ayrıca hidrojenin üretimi ve kullanımıyla ilgili olarak da dikkat edilmesi gereken önemli hususları açıklıyor. Bilindiği üzere, enerji sektörü için sera gazı azaltım seçeneklerinin yaygınlaştırılmasına yönelik çalışmalar, önümüzdeki on yıl ve 2030’un ötesi için daha da derin azaltımları hedefleyerek daha geniş tabanlı bir zeminde ilerlemeyi amaçlıyor. Bu bağlamda raporda elektrik üretimi de dahil olmak üzere emisyonları hızla azaltmak için uygun maliyetli alternatiflerin ve fırsatların varlığına dikkat çekiliyor. Ancak kısa vadeli sera gazı azaltım hedeflerinin küresel ısınmayı 1,5°C ya da 2°C ile sınırlama hususunda yeterli olmayacağı ve enerji sistemlerinden kaynaklı karbondioksit ve sera gazı emisyonlarının hızlı ve derin bir şekilde düşüş göstermemesi durumunda hedefe ulaşılamayacağı da öngörülüyor. Isınmanın 2°C veya 1.5°C ile sınırlandırılması önümüzdeki 30 yılda enerji sistemindeki önemli değişiklikleri de beraberinde getiriyor. Bu, azalan fosil yakıt tüketimini, düşük ve sıfır karbonlu enerji kaynaklarından artan üretimi ve elektrik kullanımının artışını ve hidrojen gibi alternatif enerji taşıyıcılarının da giderek artan kullanımını içeriyor. Dikkat çeken noktalardan biri de net sıfır enerji sistemlerinin küresel düzlemde ortak özellikler taşıyacağı, ancak her ülkedeki yaklaşımın ise ulusal şartlara bağlı olacağı yönünde. Net-sıfır enerji sistemlerinin ortak özelliklerini yedi temel noktada gruplayan rapora göre; net karbondioksit üretmeyen veya karbondioksiti atmosferden uzaklaştıran elektrik sistemleri, hafif hizmet taşımacılığı, ısıtma ve yemek pişirme alanları dahil olmak üzere son kullanımların yaygın olarak elektrifikasyonu, günümüze kıyasla önemli ölçüde daha düşük fosil yakıt kullanımı, elektrifikasyona daha az uygun sektörlerde hidrojen, biyoenerji ve amonyak gibi alternatif enerji taşıyıcılarının kullanımı, enerjinin bugüne göre daha verimli kullanımı,  bölgeler genelinde  ve enerji sisteminin bileşenleri kapsamında şebekeye daha fazla enerji sistemi entegrasyonu ve son olarak bioenerji ile karbon yakalama, depolama ve doğrudan hava ile karbon yakalama, depolama yöntemleri ile karbondioksit uzaklaştırma ve artık emisyonları dengeleme konularına ait alt başlıklar hem dünya genelinde hem de ülkelerin kendi yol haritaları çerçevesinde önem arz ediyor.Enerji taleplerinin ve enerji sektör emisyonlarının artmaya devam ettiğini vurgulayan IPCC raporu özellikle güneş, rüzgar ve bataryalar gibi enerji sistemlerinden kaynaklı emisyonları azaltmaya yönelik alternatif seçeneklerin maliyetlerinin düştüğüne de dikkat çekiyor. Hatta, toplumsal baskı sebebiyle de fosil yakıt kullanımının sınırlandırılması ve dünya çapında politikaların yenilenebilir enerji yönünde yeniden belirlenmesi, düşük faiz oranları ve azalan maliyetler sayesinde rüzgar ve güneş gücü kapasitelerinin artışta olduğunu da ekliyor. Bununla birlikte rapor, ağırlıklı olarak yenilenebilir enerji kaynaklarıyla çalışan elektrik sistemlerinin önümüzdeki yıllarda dünya genelinde giderek daha fazla baskın hale geleceğini ve bu durumun da tüm enerji sisteminin yenilenebilir enerji kaynaklarından tedarik edilmesi sürecini de beraberinde getireceğini ifade ediyor. Değişken doğaya sahip güneş enerjisi ve rüzgar enerjisinin şebeke sistemlerine hidrojen gibi farklı yöntemlerle entegre edilebileceğine dair hususlara sonuçlar arasında yer veren rapor bu konunun hem mevzuat hem de teknik anlamda iyi araştırılması gerektiğinin de altını çiziyor. Rapor hidrojen özelinde ise, dünyanın temiz hidrojeni nasıl kullanması gerektiğine ve hidrojenin elektrik üretimi, binalar, ulaştırma, ağır sanayi ve enerji depolama gibi alanlarda potansiyel rollerine değinirken temiz hidrojenin üretimi ve kullanımında karşılaşılabilecek bir takım muhtemel olumsuzluklara da ışık tutuyor.Gelecekte tüm sektörlerde hidrojen kullanımının aynı yoğunlukta olamayacağı, daha çok elektrik alanında tamamlayıcı bir enerji taşıyıcısı olarak oldukça avantajlı bir konuma geleceği ifade ediliyor. Hidrojen, mevsimsel veya üretim kapasitesi farklılıklarının üstesinden gelmek için farklı bölgeler arasında elektrik ticaretine imkan sağlayarak, kesikli yani sürekli olmayan yenilenebilir kaynakların şebekeye yüksek derecede aktarımını desteklemek için uzun vadeli elektrik depolanmasını mümkün kılabilir. Ayrıca, pik üretimi için doğal gaz yerine kullanılabilir, endüstriyel ihtiyaçlar için proses ısısı sağlayabilir veya demir cevherinin doğrudan indirgenmesi yoluyla metal sektöründe kullanılabilir. Temiz hidrojen çeşitli kimyasalların ve sentetik hidrokarbonların üretiminde hammadde olarak kullanılabilir. Tüm bunlara ilaveten, hidrojen bazlı yakıt hücreleri araçlara güç sağlayabilir. Batarya depolamadaki son gelişmeler elektrikli araçları hafif hizmet taşımacılığı (yani arabalar ve kamyonetler) için en çekici alternatif haline getiriyor. Bununla birlikte yakıt hücresi teknolojisi ağır hizmet taşımacılığı segmentlerinin (örneğin, kamyonlar, otobüsler, gemiler ve trenler) karbondan arındırılmasını tamamlayıcı unsur olarak destekleyebilir. Rapor, aynı zamanda sentetik yakıtlar gibi temiz hidrojenden elde edilen ürünlere muhtemelen denizcilik ve havacılığın karbondan arındırılması için ihtiyaç duyulacağını da ekliyor. BİNALARMevcut trend dünya genelinde bazı doğal gaz şirketlerinin, özellikle de dağıtıcıların, hidrojenin mevcut gaz şebekeleri etrafına pompalanabileceği ve böylece ısınmada da kullanılabileceği yönünde. Fakat IPCC bu ihtimal için doğal gaz şirketleri kadar heyecanlı değil. Rapor elektriğin ısınma ve yemek pişirme için giderek daha fazla kullanılması sebebiyle binalarda elektrifikasyonun baskın strateji olmasının beklendiğine vurgu yapıyor. Her ne kadar tamamen sıfır karbon olmasa da ısı pompalarının binalarda ve endüstride ısıtma ve soğutma için giderek daha fazla kullanılıyor olması elektriğe geçiş kolaylığı açısından hidrojenin binalarda şimdilik, en çok tercih edilen alternatif olmayacağını gösteriyor. Bu çerçevede ısıtma, soğutma ve diğer bina enerji talepleri için elektriği doğrudan kullanmak örneğin kazanlarda veya yakıt hücrelerinde yakıt olarak hidrojen kullanmaktan daha verimli olabilir. Rapor, mevcut altyapının, hidrojen altyapısına kıyasla birçok bölgede daha iyi gelişmiş olması durumunda ise odağı mevcut olanda tutmanın ve var olan ihtimallerin değerlendirilmesinin daha faydalı olabileceğini de ekliyor. Ancak, burda mevcut altyapının iyiliğinin doğru ve teknik yaklaşımlarla değerlendirilmesi gerektiğinin de altını çizmekte fayda var. Raporun ilerleyen kısımlarında gaz şebekelerini hidrojene dönüştürmek elektrik şebekelerine ek stres getirmeden ısıyı karbondan arındırmak için çekici bir seçenek olsa da hidrojenden ısı elde edilmesinin maliyetinin aynı zamanda soğutma amaçlı da kullanılabilen ısı pompalarından ısı elde edilmesinin maliyetinden daha yüksek olabileceğine değiniliyor. Saf hidrojen şebekeleri için gaz şebekelerinin yeniden kullanımının değerlendirilmesi noktasında, boruların değiştirilmesi ve gaz kazanlarının ve pişirme cihazlarının değiştirilmesi gibi kaspamlı sistem modifikasyonlarının gerekebileceği ve bu hususun binalar için hidrojen yol haritaları geliştirilirken dikkate alınması gereken bir faktör maliyeti olduğuna da dikkat çekiliyor.Ev tipi hidrojen cihazlarıyla ilgili güvenlik ve performans endişelerine de değinen rapor 1990-2019 döneminde inşaat sektöründe hidrojenin kullanılmadığını ve 2050 yılına kadar binalarda hidrojenin mütevazı bir rolü olacağını belirtiyor. KARA ULAŞIMIIPCC “akülerin şu anda hafif ticari araçlar için hidrojen ve yakıt hücrelerinden daha çekici bir seçenek olduğunu” ve hidrojenin hafif hizmet araçları

Devamını Oku

İklim Göçü, Uluslararası Gündem ve Türkiye

İklim değişikliği olumsuz sonuçlarını her geçen gün göstermeye devam ediyor. Bu etkilerden dünyanın hiçbir bölgesi ya da ülkesi muaf değil. Üstelik iklim değişikliğinin olumsuz sonuçları sadece çevreyi etkilemiyor. Beraberinde toplumsal yapı ve ekonomi de zarar görüyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) Ağustos ayında yayımlanan raporu söz konusu çevresel, ekonomik ve sosyal sonuçların daha da kötüleşeceğini işaret ediyor. Rapora göre iklim değişikliğinin etkileri artık daha hızlı, daha yoğun ve daha yaygın olarak gerçekleşecek. Dolayısıyla iklim değişikliğine bağlı afetler ve çevrenin zarar görmesi nedeniyle ortaya çıkacak doğal kaynak krizleri gibi etkenler dolayısıyla çatışmanın ve iklim göçlerinin giderek daha fazla yaşanmaya başlaması kaçınılmaz. İklim değişikliği giderek daha fazla şiddetleniyor, insanlık tarihinde görülmemiş sonuçlarla karşı karşıyayız Sanayi Devriminden bu yana küresel ortalama sıcaklıklar yaklaşık 1,1 santigrat derece artış gösterdi. Bunun küresel, bölgesel ve yerel düzeylerde sonuçları artık günlük yaşantımızda görebileceğimiz bir hale geldi. İklim değişikliği konusu artık sadece bilim insanlarının ilgilendiği bir konu olmaktan çoktan çıktı. Geçtiğimiz Ağustos ayı içinde insanlık tarihinde ilk defa Grönland’daki buzul zirvesine yağmur yağdı. Bu bölgedeki hava sıcaklığının daha önce hiç ulaşmadığı seviyede ısındığına işaret ediyor. İklim değişikliğinin etkisiyle sıcaklık dalgaları, kuraklık ve çölleşme, aşırı yağışlara bağlı seller ve taşkınlar, büyük orman yangınları, fırtınalar sayı, sıklık ve şiddet olarak arttı. IPCC Raporları iklim değişikliğiyle ortaya çıkacak etkiler dolayısıyla küresel çapta eşitsizliklerin büyüyeceğini, yeni yoksulluk alanları ortaya çıkacağını ve iklim değişikliği sebebiyle afetler artarken, geçim kaynaklarının azalacağını, su, gıda ve enerji güvenliği sorunlarının şiddetleneceğini ortaya koyuyor. BM: İklim krizi tüm ülkeler için ciddi bir ulusal güvenlik sorunudur Birleşmiş Milletler Afet Riski Azaltım Ofisi’nin (UNDRR) raporları da bu bulguyu destekler nitelikte. Birleşmiş Milletler, yıkıcı etkiye sahip afetlerin son 20 yılda önemli artış gösterdiğini, bu artışın özellikle de iklim ile ilişkili afetlerde gerçekleştiğini ve iklim ile ilişkili afetlerin tüm afetlerin yaklaşık %91’ini oluşturduğu vurgulanmaktadır. Bu sonuçlar iklim değişikliği konusunun artık tehdit çoğaltan bir konu olduğunu ve ülkeler için bir güvenlik meselesi haline geldiğini göstermektedir. Bu kapsamda günümüzde iklim güvenliği kavramı yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. İklim güvenliği sadece insanların yaşamını, ekosistemlerin devamlılığını ve ülkelerin refahını etkileyen, tehlikeye sokan risk ve tehditleri içermiyor. Bunun yanı sıra ikim değişikliğinden daha az etkilenmek doğrultusunda ortaya konulması gereken sera gazı azaltımı ve iklim değişikliğine uyum politika ve eylemlerini de içeren bir kavram. Günümüzde yaşanan COVID-19 pandemisi insanlığın doğayla olan ilişkini tekrara değerlendirmesi doğrultusunda bir uyarı olarak ele alınmalıdır. Aynı zamanda insanlığın krizlere ne kadar hazırlıksız olduğunu gösteren de bir örnek oluşturmuştur. Kriz yönetimi yerine risk yönetimi anlayışı benimsenmeli Bu doğrultuda risk yönetimi ve kriz yönetiminin farklı ama birbirini bütünleyen konular olduğu rahatlıkla görülebiliyor. Risk, gelecekte meydana geleceği tahmin edilen ve ülkeleri ve vatandaşları olumsuz etkileyecek durum ve olaylar olarak tanımlanmaktadır. Kriz ise ülkeleri ve vatandaşları olumsuz etkileyen, ani gelişen ve acil tepki verilmesi gereken durumları ifade etmektedir. Günümüzde iklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarının ulaştığı boyutlar hem hâlihazırda ortaya çıkan etkilere hem de ortaya çıkması muhtemel etkilere karşı iklim değişikliğine uyum eylemlerini zorunlu kılmaktadır. Sorun daha oluşmadan ön görülmesi gerekli tedbirlerin alınması hem ekonomik hem sosyal hem de çevresel anlamda daha uygun sonuçlar ortaya çıkartıyor. BM tarafından hazırlanan İklim Değişikliği ve Olası Güvenlik Riskleri raporunda iklim değişikliğinin ortaya çıkardığı/çıkaracağı riskler beş başlık altında ele alınmıştır. Buna göre iklim değişikliği (1) ülkelerin kırılganlıklarını artırarak, (2) Ülkelerin onlarca yıllık kazanımlarını geri götürecek düzeyde önemli kalkınma sorunları oluşturarak, (3) göçmenlik ve/veya mültecilik sorunları oluşturacak koşulları meydana getirerek, (4) İnsanları yaşadıkları yerlerden veya ülkelerden ayrılmak zorunda bırakarak, (5) Doğal kaynak krizleri nedeniyle ülkeler arasındaki rekabeti ve çatışmaları körükleyerek önemli güvenlik riskleri ortaya çıkarıyor. IPCC: Gelişmekte olan ülkeler iklim değişikliğinin etkilerine karşı daha kırılgan İklim değişikliği krizi toplumlar arasındaki gerginlikleri daha üst boyuta taşıyan sonuçlarla geliyor. Bu ise beraberinde konunun çatışma ve güvenlikle birlikte ele alınmasına neden oluyor. Üstelik bu ülkelerde nüfus artış hızı da oldukça fazla. Özellikle gelişmekte olan ülkeler için küresel ısınma daha önemli bir sorun. Çünkü bu ülkelerin geçim kaynakları daha çok doğa ile ilişkili sektörlerle alakalı ve bu ülkelerin iklim değişikliğiyle mücadele etme ve sonuçlarına uyum sağlama kapasiteleri gelişmiş ülkelerden oldukça düşük. Bu kapasitenin geliştirilmesi konusu gerek 1992 yılında BM tarafından düzenlenen Rio Zirvesi sonucunda kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde (BMiDÇS) gerekse 2015 yılında BMİDÇS 21. Taraflar Konferansı sonucunda Kabul edilen Paris Anlaşması’nda vurgulansa da gelişmiş ülkelerin özellikle finansman desteği sağlamak doğrultusundaki taahhütlerini yerine getirmemesi süreci daha da karmaşık bir hale sokuyor. IPCC raporlarına göre bu ülkelerin halkları aynı zamanda dünyanın iklim ile ilişkili afetlerden en fazla etkilenen bölgelerinde ikamet ediyor. Bu ise iklim krizinden daha fazla zarar görmelerine neden oluyor. İklim değişikliğiyle ilişkili aşırı hava olaylarından 2000-2019 yılları arasında Mozambik, Zimbabve, Bahamalar, Puerto Rico, Myanmar ve Haiti gibi ülkeler en çok etkilendi. 475.000 kişi öldü ve yaklaşık 2.56 trilyon dolarlık küresel kayıp yaşandı. İklim göçmeni ve iklim mültecisi kavramları farklı kavramlardır Hâlihazırda başta Küçük Ada Devletleri ve pek çok hassas toplum, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini ve iklim güvenliği sorunlarını ağır bir biçimde yaşamaktadır. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), iklim değişikliğine bağlı olarak deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle Kiribati, Maldivler, Marshall Adaları ve Tuvalu gibi ada devletlerinin varlığının tehlikede olduğu uyarısında bulunuyor. Bu sorunların beraberinde iklim göçünü ve iklim mülteciliğini ortaya çıkarması ise kaçınılmaz Göçmen ve mülteci kavramları sıklıkla birbirinin yerine kullanılmaktadır. Ancak iklim göçmeni ve iklim mültecisi kavramları ise farklı kavramlar. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin yaklaşımına göre mülteciler, ırk, din, milliyet, belirli bir toplumsal gruba mensubiyet veya siyasi görüş nedeniyle maruz kaldıkları işkence ve çatışmalardan kaçan ve ulusal sınırları aşarak güvenli bir bölgeye ulaşmayı amaçlayan kişilerdir. Mültecilerin ülkelerine dönüşleri can güvenlikleri açısından sorun teşkil edecektir. Bu nedenle 1951 Mülteci Sözleşmesine göre uluslararası hukuk tarafından korunmaktadırlar. Bu açıdan mülteci olarak tanımlanmak çok önemlidir ve hakları içerir. Diğer bir kavram olan göçmen ise, yaşamları doğrudan tehlikede olduğu için değil, yaşam koşullarını iyileştirmek için hareket etmeyi seçen ve bu kişilerin ülkelerine geri dönmelerinin mümkün olduğu kişileri tanımlamak için kullanılmaktadır. Göç son yıllarda hızla artmıştır. 2019’da 82 milyonu Avrupa ülkelerinde ikamet eden 272 milyon uluslararası göçmen bulunmaktadır. Sadece uluslararası göçün değil, ülkelerin kendi içinde gerçekleşen göçün de önemle ele alınması gereği vardır. BM rakamlarına göre günümüzde küresel çapta ülke içinde 763 milyon kişinin göç ettiği belirtilmektedir. Göçler pek çok

Devamını Oku

Hava kalitesi yönetiminde dönüşüm

Hayat kalitemizi etkileyen temel unsurların başında soluduğumuz hava gelmektedir. Yetişkin bir insan günde ortalama 11 bin litre dolaylarında hava solumaktadır. Bu değer kabaca küçük bir kamyoneti dolduracak miktar. Bunun içindir ki hava, hayatın vazgeçilmez bir parçası. Tabii solunum esnasında hava ile birlikte havada duran ve göremediğimiz küçüklükteki kirleticileri de içimize alıyoruz. Bu durum birçok hastalık ve rahatsızlığa da davetiye çıkarıyor. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ/WHO) verilerine göre her yıl 7 milyon insan hava kirliliği ile ilişkilendirilebilecek rahatsızlıklar sebebiyle hayatına erken veda ediyor. Hava kirliliği diğer kirlilik türleri gibi anlık ve görünür etki göstermiyor. Soluma ile alınan kirleticiler zamanla eşik miktarları aşarak vücudumuzda görünür ve kalıcı hasar bırakıyor. Bu sebeple yine DSÖ tarafından hava kirliliği “sessiz katil” olarak nitelendiriliyor. Nüfus artışı, şehirlerin büyümesi ve her geçen gün artan yaşam konforu talebimiz beraberinde ısıtma, soğutma, aydınlatma gibi alanlardaki enerji ihtiyaç artışını da doğuruyor. Daha fazla enerji arzı ise daha fazla yakıt tüketimi ve dolayısıyla da hava kirliliği anlamına geliyor. Bu durumda hava kirliliği yönetilmesi gereken en öncelikli çevre temalarından biri haline geliyor. İLK YASAL DÜZENLEMELERİN YAPILDIĞI ALAN: HAVA KALİTESİSanayi devriminin beşiği olarak anılan İngiltere’de enerji üretimi amacıyla yoğun olarak kullanılan kömür büyük bir hava kirliliğine sebep olmuş, kamuoyunda yükselen tepkilere bağlı olarak da hava yönetimi alanındaki ilk yazılı yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi sağlanmıştır. Bu itibarla ilk olarak 1926 yılında çıkarılan Duman Azaltma Yasasını müteakip çeyrek asır sonrasında binlerce kişinin ölümüne yol açan “Büyük Londra Dumanı” olarak adlandırılan hava kirliliği sonrasında 1956 yılında Temiz Hava Kanunu (Clean Air Act) çıkarılmıştır. Avrupa Birliği’nin de temiz hava yasalarının altlığını oluşturan bu düzenleme bölgesel bazda çevre alanındaki ilk yasal düzenleme örneği olmuştur. Sınır konulamayan ve dinamik yapısı içerisinde dağlar, denizler, binalar ve yollar arasında sürekli bir hareket halinde bulunan hava bu yapısıyla yönetilmesi zor çevre konularından biri haline geliyor. Sanayi, ulaşım ve ısınma gibi temel alanlarda dünya genelinde artan yoğun fosil yakıt kullanımı, arıtma teknolojilerinin de yetersizliği ve rüzgâr gibi meteorolojik faktörlerle oluştuğu bölgeden binlerce kilometre uzaklıklara taşınan hava kirliliği bu yönüyle küresel önem kazanmış ve 1979 yılında imzalanan BM Uzun Menzilli Sınıraşan Hava Kirliliği (LRTAP) Sözleşmesi ile küresel bağlamda da çevre alanında mevzuat hazırlanan ilk tema olmuştur. ÜLKEMİZDE DE İLK TEMA HAVA OLDUHava kalitesi ülkemizde de yasal açıdan çalışılan ilk tema oldu. 1983 yılında yayımlanan 2872 sayılı Çevre Kanunu’na dayanılarak hazırlanan “Hava Kalitesinin Korunması Yönetmeliği” 1986 yılında yürürlüğe girerek bu kapsamda detaylı çalışılan ilk alan oldu. Hava kirliliği dünya genelinde şehirlerin en önemli meseleleri arasında yer alıyor. Pandemi ile birlikte maskelerimizin ardında geçirdiğimiz iki yıl boyunca temiz bir nefes almanın önemini anladık. “Evde kal Türkiye” çağrısı ile birlikte şehirlerimiz hava kalitesi uzmanlarının arayıp bulamadıkları bir deney ortamına dönüştü, şehrin hava kirliliği kaynakları asgari düzeye indi. Hatta İstanbul’dan Uludağ’ı rahatlıkla görebildiğimiz günlere tanıklık ettik. Bu durum bizlere kirlilik kaynakları olmadığında doğanın kendi dengesini nasıl sağladığını gösterdi. Artan nüfus ile birlikte gelişen sanayi ve gündelik ihtiyaçlarımız sebebiyle kullandığımız elektrik ve ısınma hava kirliliğinin en önemli faktörlerinden. Havanın doğal bileşeninin kirleticiler sebebiyle değişmesi ile hava kalitesi bozuluyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olarak hava kalitesinin limitlerini belirliyor ve vatandaşlarımızın bu limitler dâhilinde temiz hava solumalarına yönelik çalışmalarımızı sürdürüyoruz. HEPİMİZİN YAPABİLECEĞİ BIR ŞEYLER VARHava kalitesini en iyi seviyede tutabilmek için hava kirliliğine sebep olan sanayi, ulaşım ve ısınma kaynaklı hava kirliliğini kontrol altına almaya çalışıyoruz. Bakanlık olarak mevzuat düzenlemeleri yapıyor ve bu alandaki uygulamaların önderliğini yürütüyoruz. Mevzuatın uygulanmasında yerel yönetimlere de önemli vazifeler düşüyor. Özellikle ulaşım ve ısınma kaynaklı kirliliğin yönetilmesine ilişkin şehrin planlama aşamasından başlayarak yerel yönetimlerin doğru uygulamaları ile temiz havaya erişebildiğini görüyoruz. Temiz bir hava için tüm bireylerin katkı sunmasını bekliyoruz, gündelik tercihlerimizde yürüyüş, bisiklet gibi sıfır emisyonlu araçları, bireysel araç kullanımı yerine toplu taşımayı tercih etmek yapabileceklerimizin ilk sırasında yer alıyor. Yine kış aylarında ısınma ihtiyacımız için temiz ve çevre dostu yakıtları kullanmak, yakma sistemlerimizin bakımlarını yaptırmak, ortam sıcaklığını çok fazla arttırmamak, binalarımızın ısı yalıtımlarını yaptırmak birey olarak yapabileceklerimizden. HAVA KALİTESİ YÖNETİMİNDE TARİHİ ADIMLARBakanlık olarak hava kalitesini şehrin kirliliğini en iyi temsil edecek şekilde sürekli izleyen sistemlerin sayısını 2002 yılında yalnızca 8 iken 2022 yılında 360’a çıkardık. Ölçüm ağından elde edilen verileri internet sitemiz üzerinden anlık olarak vatandaşlarımızla paylaşıyoruz. Kirletici vasfı yüksek sanayi tesislerinin bacalarını sürekli olarak izliyoruz. SEÖS adı verilen izleme sistemleri ile 700’ü aşan tesis bacası emisyonunu anlık olarak takip ediyoruz. Hava kalitesi yönetiminde sadece ölçmek ve izlemekle yetinmedik. Kirliliğin kaynağını tespit eden ve buna göre tedbirlerin belirlenmesine imkân sağlayan yazılımları ulusal bütçemiz ile hayata geçirdik. Bunlardan ilki olan Hava Emisyon Yönetim-HEY portalı ile tüm hava kirliliği kaynaklarını ülke genelinde ortak ve şeffaf bir veri tabanı ile yönetiyoruz. HEY portalı dünyaya örnek teşkil edecek şekilde bilimsel hava kalitesi modellerini yazılım üzerinden çalıştırabilen özelliğe sahip. HEY portalında ülke genelinde çevre izni alan 10 bin 700 sanayi tesisine ait veriler kayıtlı durumda. İllerimizdeki endüstri, ulaşım, ısınma kaynaklarının hava kirliliğine katkılarını biliyoruz. Valiliklerimiz koordinasyonunda temiz hava eylem planları ile bu kaynakları yönetmeye yönelik eylemler belirleniyor ve uygulanması bakanlığımızca takip ediliyor. HEY portalı çıktılarını kullanan yine yerli ve milli teknolojiyle geliştirdiğimiz NEFES yazılımıyla şehirlerde binalarımızın 3 boyutlu dijital ikizlerinde rüzgârın akış yönü ve hızı ile rüzgâr koridorları, kavşakları, ışıklandırma sistemi, topoğrafyaya bağlı eğimler, trafik yoğunluğu, atölyeler, ekmek fırınları, lokantalar gibi küçük ölçekli kirlilik kaynaklarını ele alabiliyoruz. 25 ilde başarı ile uygulanan NEFES yazılımını tüm illerimize yaygınlaştırıyoruz. Anlık olarak kirlilik durumunu ve kaynağını izleyebildiğimiz bu araçlarla bakanlığımızın uygulama gücü artmış durumda. Hava kalitesinin yıllara göre değişimini değerlendirdiğimizde kömür kokusundan zorunlu maske kullanılan 90’lı yılları doğalgazın yaygınlaştırılması yatırımları ile çoktan geride bıraktığımızı görüyoruz. Katı yakıt ile ilişkilendirilen kükürtdioksit (SO2) kirliliğinin oldukça düşük seviyelerde seyretmesi bu değişimin bir göstergesi niteliğinde. Ancak doğal gazın ulaştığı 81 ilimizde halen ısınmada kullanım oranları istenen seviyelerde değil. Kapısının önüne kadar doğal gaz hattı gitmiş olduğu halde ısınmada katı yakıt kullanmaya devam eden vatandaşlarımız var. Ülkemize ithal olarak giren ve ülkemizde üretilen tüm katı yakıtların yaşam döngüsünü HEY Portalı Katı Yakıt Modülü ile takip edebiliyoruz. 2021 yılı itibarıyla daha önce ıslak imzalı verilen üretici, dağıtıcı, satıcı kayıt ve satış izin belgelerini e-imzalı hale getirerek toplamda 16 bin 190 belge düzenledik. Bu veriler ile illerimizi katı yakıt kullanımı açısından değerlendirebiliyoruz. YEREL BAZDA DÖNÜŞÜMLERE DESTEKBirçok şehrimizin

Devamını Oku

Enerji dönüşümünün yükselen trendi: Hidrojen

BM Genel Sekreteri António Guterres, Dünya Meteoroloji Örgütü’nün Küresel İklim Durumu 2021 Raporuna ilişkin açıklamasında küresel enerji sisteminin bozulduğunun ve bizi iklim felaketine daha da yaklaştırdığının altını bir kez daha çizerek fosil yakıtların çevresel ve ekonomik olarak bir çıkmaz sokak olduğunu, Ukrayna’daki savaş ve bunun enerji fiyatları üzerindeki ani etkilerinin bir başka uyandırma çağrısı olduğunu, tek sürdürülebilir geleceğin yenilenebilir bir gelecek olduğunu, kendimize ait tek evimizi, dünyamızı yok etmeden bir an önce yakıt kirliliğine son verilmesi ve yenilenebilir enerji geçişinin hızlandırılması gerektiğini bir kez daha vurguladı. Üst üste gelen dünya ölçeğindeki krizler küresel enerji geçişini hızlandırmanın acil bir ihtiyaç olduğunun altını defalarca çizdi. Son yıllarda yaşanan olaylar büyük ölçüde fosil yakıtlara bağımlı bir merkezi enerji sisteminin küresel ekonomiye maliyetini vurgularken petrol ve gaz fiyatları Ukrayna’daki krizin endişe ve belirsizlik seviyelerini arttırmasıyla birlikte yeni zirvelere tırmanıyor. COVID-19 salgınının yol açmış olduğu hasardan hala kendimizi toparlamaya çalışırken dünya çapında tüm vatandaşlar enerji faturalarının ödenebilirliği konusunda endişeleniyor. Bütün bunların yanı sıra insan kaynaklı iklim değişikliğinin etkileri dünya çapında giderek daha belirgin hale geliyor. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) yaklaşık 3.6 milyar insanın halihazırda iklim değişikliğine karşı oldukça savunmasız ortamlarda yaşadığı konusunda uyarılarda bulunmaya devam ediyor. Acil meselelerin çözümüne yönelik kısa vadeli müdahalelere, orta ve uzun vadede başarılı bir enerji geçişine kararlı bir odaklanma eşlik etmelidir. Bugün hükümetler enerji güvenliği, dayanıklılık ve herkes için ekonomik enerji gibi görünüşte birbirine zıt gündemlerle mücadele etme gibi zorlu bir görevi üstleniyor. Bu belirsizlik karşısında hedef hızla değişen iklim karşısında sürdürülebilir kalkınmayı sağlayarak daha kapsayıcı bir perspektifle bakabilmeyi öğrenmektir. Aksi takdirde mevcut riskler sürecek ve iklim değişikliği ile gelen köklü tehditler artmaya devam edecektir. Bu kapsamda küresel sera gazı emisyonlarının büyük bir bölümünü oluşturan enerji sektörü için enerji dönüşümünün hızlandırılması uzun vadeli enerji güvenliği, fiyat istikrarı ve ulusal dayanıklılık için de gereklidir. Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 80’i enerji ithalatının yapıldığı ülkelerde yaşıyor. Henüz kullanılmayan yenilenebilir potansiyelinin bolluğu ile bu yüzde önemli ölçüde azaltılabilir. Böylesine derin bir değişim ülkeleri farklı tedarik seçenekleri aracılığıyla enerji ithalatına daha az bağımlı hale getirecek ve ekonomileri fosil yakıt fiyatlarındaki geniş dalgalanmalardan ayırmaya yardımcı olacaktır. Bu yol aynı zamanda istihdam üretecek, yoksulluğu azaltacak, kapsayıcı ve iklim açısından güvenli bir küresel ekonomiyi destekleyecektir. Bu sebeple yenilenebilir enerji dönüşüm süreçlerinin geliştirilmesi ve uygulanması fosil yakıt rezervlerine olan bağımlılığı azaltmak ve atmosferik sera gazlarını kontrol altına almak için gereklidir. Sonuç olarak, yenilenebilir kaynaklar gerçek anlamda bağımsız enerji güvenliğine ve buna bağlı olarak istikrarlı enerji fiyatlarına ve sürdürülebilir istihdam fırsatlarına giden en nihai yol olarak görülüyor. Dolayısıyla, araştırmalar yenilenebilir enerji üretim kapasitesindeki artışın son derece önemli olduğunu yenilenebilir enerji dönüşüm süreçleri ve enerji depolama süreçlerinin geliştirilerek kesintilerin ve coğrafi kısıtlılıkların üstesinden de gelinebileceğini gösteriyor. 1970’lerdeki ilk petrol krizinden bu yana ekonomik kalkınma özellikle sanayide güvenli enerji kaynaklarına erişimden doğrudan etkilenmiştir. Sürdürülebilir ekonomik büyüme için enerji ihtiyacının karşılanması açısından güvenilir, uygun maliyetli ve temiz tedarik sağlayan yenilikçi enerji sistemlerine ihtiyaç duyuluyor. Bu tür enerji sistemleri yeni istihdam ve ihracat fırsatlarından diğer sanayileşme avantajlarına kadar sürdürülebilir ekonomik büyüme için gereklidir. Tam da bu noktada tüm dünyanın gözünü diktiği, aslında uzun yıllardır var olan ve Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin geçtiğimiz yıl Glasgow’da düzenlenen 26. Taraflar Konferansı (COP26) doğrultusunda yenilenebilir enerji çalışmalarına ve uygulamalarına hız verilmesiyle çokça dikkati çeken, ümit verici bir alan mevcut: Hidrojen. Aslında hidrojen enerjisi fikri ve kullanımı çok yeni değil. 1977 yılına kadar Birleşik Krallıktaki evlere metan, karbondioksit, karbon monoksit ve hacimce yaklaşık yüzde 50 hidrojenden oluşan sentetik gaz sağlanıyordu. Bu üretilen gaz karışımı, ilgi bu karışıma göre daha ucuz ve temiz doğal gaza yönelmeden önce, yemek pişirmek ve ayrıca ısı ve aydınlatma sağlamak için de kullanılmaktaydı. Araştırmalar hidrojen enerji sistemlerinde küresel liderliğin yenilikçi araştırma ve geliştirme alanından bakım ve işletmeye kadar daha iyi iş imkanları oluşturmada potansiyel olarak çok önemli bir role sahip olduğunu ortaya koyuyor. Bu bakımdan mevcut iklim hedeflerini karşılamak ve sıcaklık artışını net sıfır emisyon hedefleri doğrultusunda sınırlamak için gidilmesi gereken yol, enerji sisteminin karbonsuzlaştırılması olduğundan, hidrojen konusu bu hedefi başarmada temel bir husus olarak kabul ediliyor. Ancak kendisini böyle bir role yerleştirmek için hidrojen üretiminin emisyonsuz olması da garanti edilmelidir. HİDROJENİN 50 TONUHidrojen küresel ısınma da dâhil olmak üzere sürekli artan küresel enerji talebiyle ilgili problemlere ekonomik olarak uygulanabilir, finansal olarak gelecek vaat eden ve sosyal olarak avantajlı ve enerjik açısından verimli çözümler sağlama potansiyeline sahip, dünyada en bol bulunan elementken moleküler (veya fonksiyonel) formda özgürce mevcut olmayıp daha ziyade diğer bileşiklerde (su, fosil yakıtlar, amonyak, biyokütle vb.) bulunuyor. Bu sebeple farklı şekilde üretim teknikleri vardır. Söz konusu bu üretim teknikleri sera gazı emisyonları ile doğrudan ilgili olduğundan bu konuya biraz değinmekte fayda var. Hidrojen birden fazla proses ve enerji kaynağı ile üretilebiliyor olduğundan bir renk kodu terminolojisi yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak özellikle tamamen tek bir rengin altına girmeyen durumlar olabileceğinden (mesela karışık hidrojen kaynakları, şebeke elektriği ile elektroliz gibi) yaşam döngüsü sera gazı emisyonlarına dayalı nesnel bir etki ölçüsü kullanarak politikalara yön verilmesi doğru olacaktır. Üretim şekline göre griden pembeye, turkuaza, maviye kadar bir çok rengi olan hidrojenin en yaygın kullanılanı karbon yakalama ile birleştirilmiş buhar metan reformasyonundan elde edilen hidrojen (mavi hidrojen), sonra düşük karbonlu elektrik yoluyla üretilen elektrolitik hidrojen (sarı hidrojen) ve tamamen yenilenebilir kaynaklar yoluyla üretilen elektrolitik hidrojen (yeşil hidrojen), karbonsuz ya da düşük karbonlu emisyon ihtiyacını karşılamak için ana potansiyel adaylardır. Ama yeşil hidrojen elektroliz olarak bilinen kimyasal bir süreçle evrensel, hafif ve oldukça reaktif bir yakıt olan hidrojen üretimine dayanıyor. Bu metot hidrojeni sudaki oksijenden ayırmak için bir elektrik akımının kullanılmasına, bu elektrik akımının da tamamen yenilenebilir kaynaklardan elde edilmesiyle atmosfere karbondioksit salmadan enerji üretilmesi esasına dayanıyor. Tamamen yenilenebilir enerjiden üretilen hidrojen anlamına gelen yeşil hidrojen tamamen sürdürülebilir bir enerji geçişi için en uygun olan hidrojen olarak görülüyor. Yeşil hidrojen üretmek için en yerleşik teknoloji seçenekleri yenilenebilir elektrikle beslenen su elektrolizidir. YEŞİL HİDROJEN VE TEMİZ HİDROJEN AYNI ŞEY Mİ?Hayır. Temiz hidrojen o hidrojenin mutlaka emisyonsuz olduğu anlamına gelmez: Yeşil hidrojen hiç karbon içermezken diğer hidrojen türleri hala sera gazı yayabilir. Ancak son yıllarda hidrojen temiz enerji bulmacasının potansiyel bir eksik parçası olarak gündemde yükseldi. Artan sayıda ülke artık ulusal bir hidrojen yol haritasına

Devamını Oku